Biz dört kadın arkadaş bir hafta önce mevsimlik işçi olarak Akcelep Fabrikası’nda işçi alındığını duyar duymaz gittik ve hemen işe girdik. Acı biber turşusu yapmak için üretim bölümüne başladık.
Bize Kasım sonuna kadar dört ay geçici işçi olarak çalışacağımız söylendi. Hepimizin ihtiyacı vardı, borçlarımız vardı. İşin ağır olduğunu duymuştuk, dişimizi sıkıp çalışmaya karar verdik. Ancak pek çokları gibi, birkaç gün sonra bir kavga sonucunda işten çıkmak zorunda kaldık. Size yaşadıklarımızı ve üretim koşullarını anlatmaya çalışacağız.
Fabrikada çoğu kadın yüz kadar işçi çalışıyor. Bulunduğumuz bölümde yaklaşık 40 kadın 3 erkek işçi çalışıyor. Sayıları tam vermek imkansız çünkü sürekli bir sirkülasyon var. Birkaç gün çalışıp çıkanın parası verilmiyor, hemen bunu duyuyoruz. Böylece bu kadar sirkülasyonun ne kadar karlı olduğunu da hesaplamaya başlıyoruz. İlk günden sürekli ağırlık kaldırıp indirmek sorunda olmaktan, işin ağırlığından, biberin nefes kesen, deri yakan havasından hem de yıldırıp işten çıkmana neden olan ortamdan gözümüz korkuyor. Ama kararlıyız, ihtiyacımız var çalışacağız.
Fabrika ayıklama, üretim ve paketleme olarak üç bölüme ayrılmış. Sabah sekizde işe başlanıyor, akşam sekizde bırakılıyor. Tabi akşam sekizi geçtiği de oluyor, üretimin bitmesi, bizim tükenmiş olmamızdan çok daha önemli. Yüksek tempo ile sabahtan on ikiye kadar molasız çalışıyoruz. Acı biber nefes almamıza izin vermiyor, boğazımızı, bütün vücudumuzu yakıyor. Koruyucu bir elbise de yok. Ameliyat eldiveni kullanılıyor fakat varlığıyla yokluğu arasında bir fark yok.
Üç biber ayıklama bandı var üretim bölümünde. Bir bantta oturur vaziyette kavanozlama işi yapılıyor. Bir tezgahta, ayakta kavanozlama işlemi yapılıyor. Bantlara, bahçe ile üretim bölümünü bağlayan küçük bir kapıdan erkek işiler el arabası ile variller getirip bırakılıyorlar. Varillerin içerisindeki biberler su yardımı ile yüzeye çıkarılıp banta aktarılıyor. Bu işlem neredeyse koşturma halinde sürekli devam ediyor. Varillerde kalan su, kadınlar tarafından boşaltılıp, içerisinde kalan biber ve tohumlarından ayıklanarak variller kapıya bırakılıyor. Oturulan bantta her zaman sürekli işçiler oturtuluyor, dinlenmek isteyen mevsimlik işçilerin oturmasına izin vermiyor. En ağır işleri mevsimlik işçilere veriyor bu şekilde işçiler arası rekabeti de sürdürüyorlar.
Öğle yemeği molası lütufmuş gibi bir tavırla veriliyor, işçiler sırasıyla yemeğe çıkarılıyor. Saat 15.00'da yemeğe çıkan işçiler de oluyor. Kimin kaçta, hangi sırayla yemeğe çıkacağı usta başının insiyatifinde. Sabah işe başlarken telefon ve saatler muhasebeye bırakılıyor, öğle arası alınıp tekrar bırakılıyor ve işten çıkarken yeniden alınıyor.
Fabrika içinde işçilere yönelik mobbingden de bahsetmek gerek. Öğle yemeği molamız bir saat. Daha yarım saat olmadan ustalar tarafından sıkıştırılmaya başlanıyor. Daha vaktimizin olduğunu söylememize rağmen “ancak bandın başına geçersiniz” cevabını alıyoruz. Hep aynı azarlayıcı tavır, hep aynı cevap. Usta bantların arasında gezerken sürekli işçilerin başına giderek tek tek “haaaadiiiiiii haaaadiiiiiii” diye çirkin bir uslupla bağırıyor. Sürekli birini rencide ederek azarlamaları sıkca karşılaştığımız bir durum. Fabrika müdürü olduğunu öğrendiğimiz kadın yanımıza gelerek “çok yavaşsınız, sizin keyfinizi mi bekliyoruz, daha hızlı çalışın” diye bağırıyor. Oysa ciddi bir hız ve tempoyla, günlük 12-13 saat molasız, hasta edecek düzeyde tempolu çalışıyoruz. Gözü doymuyor. Neredeyse işçi kadar müdür yardımcısı, kontrolcü ve daha bir sürü beyaz yakalı var. İşleri, işin temposunu arttırmak, işçilerin yılıp çıkmasını maaşlarını bırakmalarını sağlamak. Başka da bir işleri yok.
Fabrikada taşeron firmanın patronunun birkaç tane de yardımcısı var. Onlar da sürekli olarak bizi aşağılayarak kendilerini göstermeye çalışıyorlar. İkinci gün yemekhaneye girerken kapıda bir yığılma oldu. Patron yardımcısı “sosyal mesafe koyun, hepiniz yiyeceksiniz” diye bağırdı. Biz de aralıklar halinde girmeye başladık. Bu sefer de “ne bekliyorsunuz, girin zaman geçiyor” diye bağırmaya başladı. Siz söylediniz diye cevap verdik. Tepki, çirkeflik diz boyu. Tam çiftlik kahyası. Bir elinde kamçısı eksik.
Etiket bölümünde bir işçi arkadaşımız biberin acı kokusundan bayılmış. İçeride havalandırma yok. Arkadaşımızı revire çıkarmak yerine müdürün odasına almışlar. Müdür ve iki usta bağırıp “nasıl bayıldığı” konusunda azarlamış. Bir arkadaşımız ise sürekli tacize maruz kalıyormuş, “Bu güzellikle burada ne işin var, başka yerlerde de çalışabilirsin” diye söyleniyormuş.
Yemekhanede işçileri “kontrol” etmekle görevlendirilen kadın, işçilere kötü davranıyor, hakaret ediyor. Aynı “kontrolcü” kadın beyaz yakalılara sesini bile çıkartmıyor. Saatlerce acı biber kokusuna maruz kalıyoruz, hem temiz hava alabilmek hem de yemek için yemekhanede maskemizi çıkardığımız anda bir hakaret, bir gürültü. Biz üretimdekiler aşağılanırken, beyaz yakalılar maskesiz girerken kafalar başka taraflara çevriliyor.
İlk gün akşam sekize gelirken önümüze kasa kasa işler koyuldu ve “bitirmeden çıkmak yok” dendi. Eski bir ablanın “bırakıyoruz” demesiyle saat gelir gelmez hep beraber üretim bölümünü terk edip soyunma odasına çıktık. Zaten çıkmak yarım saat: giyin, imza at, çık. O gün iş güvenliğinin fabrikayı ziyarete geldiğini öğrendik. Soyunma odasında yığılma oluyordu. İçeriye bir usta ve bir de “patron yardımcısı” girdi ve soyunma odasını genişletemeyeceklerini, maske olduğu koşulda “virüsün zaten bulaşamayacağını” söyleyip gidiyorlardı. Bir işçi arkadaşımız, “öğle molasında bunun tam tersini söylüyorsunuz ama” dedi. Sinirlendiler, soyunma odasından hızla çıktılar.
Aşağıda mesainin bittiğine dair imza atmak için sırada sohbet eden aynı arkadaşımızı aynı usta “sosyal mesafe” diyerek itti. Biz de daha fazla tahammül edemeyip uyardık. Daha da hırçınlaşan usta bağırmaya ve hakaret etmeye devam etti. “Yukarıda maske varsa bir şey olmaz diyen sizsiniz, maske var görmüyor musun?” diye sorduğumuzda cevap vermeyip arkadaşımızın üzerine gitmeye devam etti. “Neden bağırıyorsunuz, neden hakeret ediyorsunuz” diyorduk biz. O da ''Hakaret ettirmeyin o zaman, hakediyorsunuz'' diyordu. Arkadaşımıza “kes sesini” diyince başka bir arkadaşımız “defalarca kez uyardık seni” diye üzerine yürüdü. Araya diğer ustalar girdiler.
Üçüncü gün akşamıydı bu. Servislerin olduğu alana çıktık. Durumu arkadaşlarımıza yüksek sesle anlattık. Bizim haklı olduğumuzu, o ustanın kimse ile anlaşamadığını, ara ara bu tarz sorunlar yaşadıklarını dile getiren arkadaşlar yanımıza gelip bizlerle konuştular. O kızgınlıkla fabrikayı terk ettik.
Daha önceden çalışan arkadaşlarımız maaşların geç ve eksik yatırıldığını anlattılar. Böyle bir iki gün gelip çalışan çok oluyormuş, fabrika neredeyse bu bedava işçilerle dönüyormuş. Hesaplama haftada beş gün günde 125 tl şeklinde. Fazla mesai asgari ücrete yedirilmiş olarak hesaplanıyor ama yevmiye usulü değil maaşlı sayılıyorsunuz. Ayın sonunu sabredip beklerseniz elinize bir miktar veriliyor. Sürekli çalışanlar da izin kullanamıyormuş. Mobbingin her geçen gün sürekli arttığını, sabah çay molasını tamamen kesip, öğleden sonra da keyfi verdiklerini söylediler. Fabrikada bu koşullardan kaynaklı her gün toplu çıkışlar oluyor. Bir ablamız 4 ay çalışmış ve bizim girdiğimiz gün cezaevinden tahliye olmuşcasına koşarak çıktı. Mevsimlik işçilerin işinin Ekim ayında biteceğini de böylece öğredik.
Fabrikada hepimizin dikkatini çeken şey çalışırken, molada, yemekte bizlerin sohbet etmesinden ve bir araya gelmemizden ölesiye korktukları ve ortamları sürekli terörize ettikleriydi. Maske ve ateş ölçmek dışında hiç bir önlem söz konusu bile değil. Çalışırken bantta, serviste, soyunma odasında dip dibeyiz virüs yok. Sohbet ederken, molada, yemekhanede virüs var.
Bir başka öğrendiğimiz şey ise bizim örgütsüz onların örgütlü olduklarıydı. Yaptıkları hiçbirşey tesadüfi ya da kişisel değildi. Kendimizi bir hiç gibi hissetmemizi istiyorlardı. Her söz, her tavır, birbirimiz arasında yaratılan ayrışma her şey patronun kasasına doğru giden paralardı.
İşe girerken çok heyecanlıydık. Ne de olsa onlarca kadın işçiyle içiçe çalışacak, nihayet biriken borçların bir kısmını ödeyebilecektik. Bir çok arkadaşımız olacaktı. Olayların bizim öfkemizle oradan çıkmamıza kadar sürüklenmesine izin vermememiz gerekirdi. Demek ki yeterince deneyime sahip değiliz.
Ve orada daha iyi öğrendik ki, bu sistem tamamen patronların para kasaları için çalışıyor, aynı buradaki gibi. Çalıştığımız üç günü bile alıp alamayacağımız meçhul. Ve bütün bunlar “yasalarla korunan” bir iş ortamında gerçekleşiyor. Hiçbirşey kişisel değil, tesadüf değil.
Demek ki biz örgütlü değiliz. Demek ki örgütlenmeli ve öğrenmeliyiz.
Mevsimlik Gıda İşçisi Dört Kadın