Bir yoldaşımız "Onlara seslenebilmemin tek koşulu var, içimin sevinçli ve neşeli yanını konuşturmak" diyordu ölüm orucu sürecinde en önde giden yoldaşlarına mektup yazabilmek için. "Yoksa ‘ölmeyin’ diyeceğim... ‘Sizden bir gün fazla yaşamak istemiyorum’"...
“Yaşadıklarımızı nasıl anlatacağız tüm insanlığa, birbirimize” diye devam ediyordu: “Hatırlıyor musun Homeros'u... On tane ağzım olsa, dilim / Hiç bitmeyen soluğum olsa / Tunçtan kalbim / Yine de yaşadıklarımı anlatamam size”...
Onu, onları anlatabilmek o kadar zor ki. Arkalarından yazmak... Onlar için yazılan her şeyi okurken "evet, daha iyi anlatılamazdı" diyorsun. “Evet, evet” diyorsun... “İşte ben de yazsam aynısını söylerdim...” Ama kağıdı kalemi alınca yazamıyorsun. Şiirlere gidiyorsun, ustalara sığınıyorsun duygularına tercüman olsun diye, kolaya kaçıyorsun...
Çok yönlü bir insanı anlatacağınız zaman "nereden başlamalı anlatmaya" diye düşünüyorsun. "Hangi yönünü öne çıkarmalı, anlatmalı insanlara, yahut benim için en önemli yanı ne idi" diyorsun. Evet, O’nu anlatmanın en zor yanı da bu. Adanmışlık, çalışkanlık, parlak zeka, çocuksu masumiyet, sakinlik, kararlılık, parlayan gözler... Kenan denince ilk akla gelenler...
Ufak tefek esmer bir çocuktu kavgaya atıldığında ve tabii yaşamlarımıza girdiğinde. Meraklı, her şeyi soran, tartışan, aklına yatmayan bir şeyi sorgulamadan kabul etmeyen afacan bir çocuk... Bu huyundan dolayı yoldaşları sık sık takılırdı ona: “Neden?”.
En sık kullandığı sözcüklerden biri idi “neden?” Ve tatmin olmadan da işin peşini bırakmazdı. Bu bazen merak ettiği bir konu, bazen de yapılması gereken bir işin neden yapılmadığı olurdu. Bazen de masumiyetinden gelen saf merak olurdu: “Neden?”
Bir işi yapmayı üstlenmişse, gözünüz asla arkada kalmazdı, ne yapıp ne edip onu mutlaka yapardı. Bu bazen bir eylemi örgütlemek olurdu, bazen bir yemek yapmak ya da yazı yazmak... Evet, en ünlü olduğu konulardan biri geç kalması idi, onun da plansızlıktan kaynaklandığını bilirdik. Mutlaka aynı zaman dilimi içine birden fazla işi sığdırmaya çalışmasındandı. Ve O, ilk defa gecikmedi -hepimiz bunu ne kadar çok istesek de- hepimizin önünde gitti. Yaşamında, kavgasında ne kadar genç olursa olsun hepimizin önüne geçmeyi başardığı gibi, bu defa da hepimizin önüne geçti ve hepimizden önce gitti...
Kenan...
Haberini aldığımızda hangimizin yüreği çığlık çığlığa haykırmadı... Hangimiz “onun yerine ben gitseydim” demedi...
Devrimci mücadeleye baş koyduğunda lacivert ceketi ve kravatıyla, arkadaşları ile aralarında “devrimci bir örgüt” kurmaya çalışan lise öğrencisi bir çocuktu. Diplomalarını mor binlikler getiren birer senet gibi kullanmak yerine tüm varlığını işçi sınıfının mücadelesine ve partisine adamayı seçti... Ve bu hayatı elden gelseydi tekrarlamak, tekrarlardı aynı yerden başlayıp, aynı yoldan geçerek ve yine gerekirse aynı yerde bitirmek üzere...
Teorik birikimi, pratikçiliği, disiplini... dürüstlüğü, sadakati, doğallığı... Kenan’ı tanımlayan sıfatları sıralayalım desek, her yoldaşı, dokunup geçtiği her insan farklı bir özelliğini anlatır... Ve hepsi ne kadar da doğrudur...
“Nasıl bir zeka meşalesi söndü, nasıl bir yürek durdu” diyordu Lenin, Engels’in ardından. Nekrassov'un bu mısralarını bugün onun için kullanmak hiç abartı olmayacak. Teorisyen, ajitatör, eylemci... 29 yıllık kısacık yaşamına koca bir mücadeleyi doldurmuş ve yaşamını halklar için feda etmişti. Kafasıyla kitapların arasından gelmişti ve sadık kalmıştı ona namuslu bir amele gibi.
Yoldaşın