Öğretmenler “işe gidiyorum” demezler. En azından ben buna hiç rastlamadım. “Okula gidiyorum” der bütün öğretmenler. Çünkü orası farklı bir çalışma alanıdır. Diğer birçok kuruma benzemez. Çocuklarla çalışırsınız. Bir şeyler öğretir ve siz de bir şeyler öğrenirsiniz. Birçok insanın, öğrencilik yıllarında tercih etmeyi düşündüğü, sempatiyle bakılan bir meslektir. Sanki kimsenin dokunamadığı özerk bir alandır. Ve siz orada kendi sisteminizi yaratır, tüm sorunları mesleki idealizminizle çözersiniz.

Buraya kadar anlattıklarım hemen hemen tüm Yeşilçam filmlerinde ve dizilerde böyle çıkar karşımıza. Ama nedir gerçekte öğretmenlik? Ne yaşar öğretmen?

Anlattıklarımızda gerçekler olduğu gibi daha çok eksik ve yanlışlar var. Mesela “okula gidiyorum” sözü oturmuş bir kalıptır ve gerçekten de diğer iş kollarından ayırıcı bir duygusallık belirtir. Ama bu duygusallık okulu bir fabrikadan ayırmaz. Öğretmen işçi, iktidar (bakanlık bürokratları, okul idarecileri eliyle) patron, veli müşteri, öğrenci ise ürüne dönüşecek olan hammaddedir. Bunu birçok öğretmene kabul ettiremezsiniz. Eğitim henüz bütünüyle özelleşmediği için, sistemi iyi tahlil edemeyen hiç kimseyi, bu gerçekle yüzleştiremezsiniz. “Okul sadece Yeni Dünya'nın dini değil, aynı zamanda dünyanın en hızlı gelişen iş sektörüdür. Okul, yaşama hazırlığı yabancılaştırmakta, böylece öğrenciler gerçek eğitimden ve yaratıcılıktan yoksun bırakılmaktadır. Okul, öğretilmeye ihtiyaç duymayı öğreterek, yaşamın yabancılaştırıcı kurumlarına hazırlık yapmaktadır.” (Okulsuz Toplum-Ivan Illich). Okul yani bizim fabrikamız, sistemin ihtiyacı olan insanı üretir. Bizim fabrikamızın bacaları yoktur ama çocukların hayalleri duman olup uçar gökyüzüne her gün.

Peki, meselenin bu yanını göremeyen, sistemi sorgulamayan, kendi hayatına gömülmüş öğretmen ne yapar? Ne hisseder?

Öğretmenler bu sistemin kent yoksullarındandır. Gelirleri; sendikaların araştırmalarda verdiği açlık sınırının biraz üzerinde, yoksulluk sınırının altındadır. Onlar da zamanında öğrenci oldukları için bu sistemin okul-fabrikalarından geçmişlerdir. Kendi hayallerine el konulmuş ve toplumsal rollere dayalı sistemin hayalleriyle devam ettirilmişlerdir hayata. Ve birçoğu da bunu reddetmemiş, reddetmeyi aklından bile geçirmemiştir. Öğretmenler odasının sohbetleri de bu hayallerle sınırlanmıştır: Mutlaka ev alınmalıdır. Gençken borca girip (daha doğrusu bankaları zenginleştirip) bu mesele çözülmelidir. Sonra araba. Yaz tatilleri olmazsa olmazdır. Tüm yıl bu tatilin taksitlerini ödemekle geçse bile… Öğretmenler odasının sohbetlerinde rastladığınız en büyük tutku ise; mutlaka bir kez bile olsa yurt dışına tatile gitmek ve daha da önemlisi bunu sosyal medyada paylaşmaktır. Çünkü güzel bir şeyi yaşamaktan daha da önemlisi bunu yaşadığımızı herkesin bilmesidir. Özellikle sosyal medyayla azan bir hastalıktır bu. Çağımızın vebası. Bir de dua ritüeli dinde ne ise, “Şurada şunu yedim, burada şu elbiseyi aldım” sözleri de bu mekân için odur.

Her daim gelecek kaygısı vardır. Maddiyatın yanında manevi olarak da tatmin olmaz. Mutsuzdur öğretmen. Ve mutsuzluğunu gizler belki de bu sohbetlerle. Hep bambaşka bir okul bambaşka bir eğitim sistemi arzu eder. Ama yakınmaktan başka eylemi yoktur. Başka, güzel bir dünyanın mümkün olmadığına inanır. Buna inanması için sistem zaten eğitimiyle, medyasıyla elinden geleni yapar. İnanmayı bir tarafa bırakalım, başka bir dünyayı istese bile bunun için eyleme geçmez. Çünkü bilir bu işin ne kadar meşakkatli olduğunu ve bunun için mücadele edenlerin ne bedeller ödediğini. Ama bir türlü kabul etmediği bir gerçek vardır; isteyip de yapmayan kendisi gibi milyonlarca insan olduğu gerçeği. Bir türlü inanmaz omuz verse yıkılacak bu karanlık. Korkar, kapatır midye gibi kendisini. Meslek onuru ve daha birçok şey için mücadele edilenlerin ihracını görür. Daha da kapatır kendini. İhraç edilme korkusu ihraç edilmekten daha fenadır. 

Bu mudur yani öğretmen? Bu kadar mıdır? Ya da şöyle soralım; tüm suç onun mudur yoksa onu bu hale getiren sistemin mi? Elbette sistemin payı vardır. Ama “kabahat senin, -demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Susma! Korkma! Yalnız değilsin. “Bir ufka vardık ki artık yalnız değiliz”. Omuz versen yıkılacak karanlık.

İstanbul’dan Bir Eğitim Emekçisi