Ekonomik krizle devrimin bağını, her dönemin özgünlüğünde, somut koşullar eşliğinde işlemeliyiz; böylece patlayacak fırtınanın çapı, yıkım gücü ve ne genişlikte bir emekçi kesimi harekete geçireceği üzerine hesaplar yapabiliriz. Kriz ne denli derin ve ne denli geniş çaplıysa, “barışçıl ve parlamenter araçlarla elverişli biçimde aşılmasına dönük ciddi umutlar” (Lenin) o denli az demektir.
Belirtilmesi gereken ilk nokta, kapitalizmde krizlerin yıkıcı etkisinin, yalnızca yoksul sınıflarla sınırlı kalmadığıdır. Ekonomik iç pazarın çok yönlü bağımlılığı, kumandayı merkezileştiren sermayenin temel krizi sayesinde, kriz istisnasız tüm sınıfları, önünde sonunda etkisi altına alır. Çoğu zaman devrimler, ezelden beri yarı aç yarı tok yaşayan yoksul yığınların “artık yeter” çıkışıyla değil, ama düzen içinde küçük teknelerine kaptan olanların kendilerini birden bire uçurumun dibinde bulmalarıyla, bu da yetmez, krizin darbesinin şokuyla iradesini kaybeden, birbirine düşen, özgüvenini kaybeden yönetici sınıflar arası kaosla birlikte gelir.
Bu topraklardaki somut duruma bakalım. Bir avuç tekelci sermaye ve onların kırıntılarından nemalananlar dışında, kalan toplumun ezici çoğunluğu arasında, şu iki eğilim hemen göze çarpar: Bir yanda kemik kaynatıp hayatta kalmaya tüm enerjileriyle asılanlar ve diğer yanda, sekiz-on çeşit kredi kartına taklalar attırıp, eski durumlarında direnmeye çalışanlar. Hangisinin daha kalabalık olduğuna dair kesin veriler yok, ama fikir verebilecek bazı rakamlar var, bunu ilerleyen bölümde tartışacağız. Fakat bu iki kesimin arasındaki farkı ve ilişkiyi, sokağa yansıyan tutumlardan biliyoruz. Birinciler ne kadar dehşetli duygularla ve öfkeyle doluysa, ikinciler o kadar korkuyla dolular. Dehşetengiz ruh hali ve taşkın öfke kendine uygun bir ses ve kanal ararken, korku bir uçtan diğerine yalpalayıp duruyor. İlkine sessiz bir kararlılık, ikincisine gürültülü bir kaypaklık damgasını vuruyor.
Neyse ki, uzunca süredir sınıflar savaşımının havasını etkileyen bu denge, tümüyle bozulmak üzere, korkunun artık ecele faydasının bulunmadığı bir eşikteyiz. Kriz, şimdi muazzam ölçülere varan servet birikimi ve burjuva sınıfın içine gömüldüğü akıl almaz sefahat sayesinde, o büyük yıkımı hazırlıyor. Tekelci burjuvazi, emekçi sınıflar için hazırladığı cehennem çukuruna kendisi yuvarlanıyor. Krizi gerçek boyutlarıyla ortaya çıkarıp, devrime taşıyan gelişme, burjuva sınıfın şen şakrak sofralarından yükseliyor.
Tekellerin hazırladığı, dinci-faşizmin uygulamaya soktuğu ekonomik modele göre, pandemiyle birlikte Türkiye’nin önüne, Avrupa’nın Çin’i olmak hedefi kondu. Ücretler, devalüasyon ve enflasyon sarmalı içinde neredeyse yarı yarıya düştü. Emekçiler topyekun bir açlık sınırına doğru kovalanırken, tekel ve bankalar baş döndüren kar artışları açıkladılar. Ama, sonuç ne oldu? Dış ticaret açığı 100 milyar doları geçti. En son 2013’te bu yüksek düzeyi görmüştü, ancak o zamanlar emperyalist merkezlerden pompalanan sıcak para akışı vardı, şimdi yok. Bu yüzden ödemeler dengesi açığı, geçen yıldan bu yana on kat (%1000) artarak 42 milyar dolara ulaştı. Bu kadar açığı neyle kapattılar dersiniz? Yarısından fazlasını (22 milyar dolar) kara parayla, gerisi bir Suudi Prensin belirgin bir aşağılamayla “kırılgan ekonomilere yardımcı oluyoruz” diye itiraf ettiği üzere, Körfez sermayesinin kırıntılarıyla kapanıyor. Bu listeye son olarak “gizli moratoryum” eklenmiş durumda.
Önce kara paraya bakalım: Geçtiğimiz günlerde Erzurum’dan gelen bir fotoğraf çokça konuşuldu. Hükümette hiçbir resmi makamı bulunmayan Binali’nin oğlu, gövdesinden fışkıran katman katman yağlarla oturduğu koltuğu göçürürken, karşısında ilin valisi, alay komutanı, cümle devlet erkanı, bir bankın üzerine şişe gibi sıkışık dizilmişlerdi. Nereden geliyor böyle adamcıkların, devlet bürokrasisine ceket ilikleten, sandalye kenarına oturtan prestiji? Sözü edilen şahsın, kokain ve bilumum kaçak malların ticaretinde önde gelen bir “baron” olduğu, herkesin bildiği ama sözünü etmediği sırdır. Yani tekelci sermayenin emekçiler için hazırladığı cehennem çukuruna sürekli kan akıtan yarasına, ödemeler dengesi açığına serum bağlayan kişilerden biridir. Şu an tekelci sermaye düzeni ayaktaysa, bunu uyuşturucu parasına borçlular. Böyle onlarca baron var, düzenin kendilerine nasıl mecbur olduğunu gayet iyi biliyorlar, İstanbul’da cirit atıyorlar, ağır silahlarla kendi filmlerini çekecek kadar arsızlaştılar. Sorun şu ki, kara para trafiğinde pasta büyüdükçe, kanlı hesaplaşmalar kaçınılmaz hale gelir, para akışı her an durabilir. Ödeme açığını kara parayla kapatan ülkelerin şirket ve bankaları, her an yüz kızartıcı suçlamalarla tecrit olma riski altındadır. Açığı kapatmanın bu en güvensiz yolu, onlarca mayınla döşelidir.
Körfez sermayesinin kırıntı niyetine attığı paralara gelince... Bunlar Merkez Bankalarının swap denen anlaşmalarından ibarettir. Herhangi bir yerde harcanamaz, sadece döviz rezervlerinde, karşılığı bulunmayan bir şişkinlik oluştururlar. Böylece Türkiye “Bakın cari dengeyi sağlıyorum borçlarımı ödeyecek kaynaklarım var” diyerek, borcu borçla çevirme akışını sağlayabilir. Sorun şu ki, borç verenler, şişirilmiş rezerv hesaplarının pekala farkında ve her an “ödeyecek gücünüz yok” deme inisiyatifini ellerinde tutuyorlar.
Üçüncü yol moratoryumdur yani bazı alacaklılara “ben ödeme yapamıyorum” demek. Türkiye bunu da yaptı. Rusya’ya olan 20 milyar dolarlık borcu iki yıl ödeyemeyeceğini muhataplarına duyurdu. Normal koşullarda her hangi bir kapitalist ülke, moratoryuma gittiğinde, piyasalarda “iflas etmiş” muamelesi görür. Peki neden Türkiye bu muameleye maruz kalmadı? Çünkü Ukrayna savaşı nedeniyle, NATO ilişkili hiçbir ülke Rusya’ya borçlarını ödemiyor. Şimdilik bu siyasal durum, Türkiye’nin resmen iflas etmiş ülke olarak ilan edilmesini engelliyor.
Soru şudur? Emeğin cehennem koşullarında istihdam edilmesine rağmen, neden ihracat değil de ithalat patlıyor? Birkaç nedeni var, en bilinen ve tekrar edileni, üretimin %60 oranında ithalata bağımlılığıdır. Ama durumu açıklamaya yetmiyor. Daha önemli gerçek, ellerinde muazzam servet biriktirmiş olan tekelci sermayenin, aynı koşullar nedeniyle, parasını mecburen lüks tüketime, ithal girdi mal stokuna çevirmek zorunda oluşudur.
Aşırı servet birikimi sadece ithalatı patlatmıyor, borsayı ve emlak fiyatlarını da şişiriyor, öyle ki TÜSİAD en önemli sorunu burada görüyor. İstanbul, konut fiyatında %212 artışla, Paris ve Londra’nın artışının on katını, yirmi katını gördü. Emekçiler katlanılmaz kiralara boğuluyorlar, çünkü bu alana kayan çok fazla servet var. Şişmeye devam eden bir başka şey, borsadır. Ve şimdi işi az çok bilen herkes, aşırı şişen bu iki balonun, ne zaman; hangi sabah, hangi akşam patlayacağını merak ediyor. İçerideki mayınlar, kara para swap ve gizli moratoryumla üst üste binen cephaneliği hangi yıkım gücüyle patlatacak, merak edilen diğer soru da budur.
İşte bu şekilde, kemik kaynatıp açlığını bastıranların laneti tutmuşcasına, baş döndüren bir safahata dalmış bir avuç zengin, kendi kazdıkları kuyuya düşüyorlar. Ne kendi akılsızlıklarının, ne de dinci faşist “liyakatsiz” yöneticilerin sonucudur bu. Her şey, sermaye birikiminin işleyiş kurallarının kaçınılmaz bir sonucudur. Gerçek anlamda, dört dörtlük bir yıkım krizi böyle gelir. Bir anda bir gece ansızın, hudutsuz eğlence partilerinin, krallara layık sofraların ortasına düşüverir. Şişen balonlar patlar, borç verenler bir anda koşulları zorlaştırır, mal yığanlar ellerindekini sudan ucuz satıp nakit paraya koşar, zaten kıt olan döviz arşa çıkar.
Tüm sınıfları aynı anda etkileyen böylesi bir yıkım anının, devrimi nasıl körükleyeceğine dair, kanıtlar sunmaya gerek var mıdır? Sadece ihtiyaç kredisi kullananların sayısı, 35 milyon ve yardıma muhtaç yani kredi bile bulamayanların sayısı 13 milyon. (Öyle diyor Birleşmiş Milletler’e bağlı kuruluşlar). Öyleyse, karşılaşacağımız manzaranın çapı az çok belirmiştir. Bir gecede patlayan cinsten olacağı kesin bu yıkıcı kriz, aşağı yukarı 50 milyon emekçiyi, varlık yokluk sorunuyla baş başa bırakacak.
Bu topraklarda, Gezi dahil, bir ayaklanmanın çapı hiç böylesine geniş oldu mu? Hayır olmadı. Kredi kartlarına takla attıranların korkularını öfkeyle trampa edeceği o süreçte, şimdi kemik kaynatanların, çocuklarına mama yerine şekerli su yedirenlerin, “biz çoktan öldük, cehennemde yaşıyoruz” diyenlerin dehşetli öfkesi, üzerilerine kapanan o yumuşak örtüden kurtulacak.
Büyük ihtimal, bir anda bir gecede, 50 milyonun hepsini sokaklarda göremeyeceğiz. Ama ilk anda sokağa çıkanların sayısı ne kadar az olursa olsun, kesin olan 50 milyonun destek ve sempatisini arkalarında hissedeceklerdir. İlk hareket ne kadar köklü, ne kadar kararlı, köklü sorunlara köklü çözümler getiren bir hareket olursa, 50 milyonun destek ve sempatisi, o kadar hızlı somut eylem biçimine bürünecektir. Krizin darbesiyle, sofraları ve eğlenceleri zehir olmuş, morali ve kendine güveni dip yapmış burjuva sınıf karşısında emekçi hareket, en geniş yığınları etki alanına çekecek boşluklar bulmakta zorlanmayacaktır. Ve elbette, devrimin kararsız yolcuları, şimdilerin gerici muhalefetinin “çantada keklik” işbirlikçileri, yeterince teşhir ve halktan tecrit olacaktır.
Şimdi ne kadar az duyuluyor olursa olsun, proleter devrimci hareketin sözleri, binlerce kez yankılanacağı o derin vadiye, çapı böylesine yaygın bir yıkıcı krizle girecektir. Yeter ki, sesimizin gür çıkacağı özgüveni kaybetmeyelim.
Umut Çakır