< < ABD İç Savaşında Birinci Perde

Makale Dizini

11 Eylül sonrası çekilmiş bir film vardı, unutulup gitmiş bir gençlik filmidir. Dört Amerikalı üniversiteli turistik bir gezi için Aztek harabelerine giderler. Harabeleri gezerken, tipik 11 Eylül provasına uygun şekilde, elbette nedensiz(?!) yere, yerli halkın saldırısın uğrarlar. Gençler çareyi, yerliler için kutsal Aztek tapınağına sığınmakta bulurlar. Etrafları ormanda gizlenmiş görünmez düşmanla çevrilidir. İçlerinden biri şöyle der: “48 saat oldu, ailelerimiz bizden haber alamadı. Ordu çoktan harekete geçmiştir, birkaç saate kalmaz havada ABD helikopterlerini görürüz!”

Bu ahmakça özgüven tüm emperyal ve hegemonik halklara bir şekilde nüfuz etmiştir. Engels, Osmanlı imparatorluğunda yarı aç yaşayan Türk toplulukların, her şeye rağmen, kaldırımda yürürken kendisine yol vermek için uysalca kenara çekilen gayrı-müslüm azınlıkların tutumundan aldıkları keyfi yazmıştı. Çarlık döneminin Büyük Rus toplulukları da, pencereleri altında inleyen halkların karşısında gerçeklikle bağını koparan aynı fantastik üstünlükten benzer keyifler alıyordu.

Ne var ki emperyal üstünlüğün ürettiği fantezilerden yoksullara düşen parça, öylesine kırılgan bir buz tabakasıdır ki, buzun kırılması genellikle iç savaşların kapısını aralar. Avrupa devi Çarlık Rusyasının, barbar Asyalı Japonlar karşısındaki yenilgisi, 1905 devrimine ve iki yıl süren iç savaşa yol açmıştı. Osmanlı, küçücük Balkan devletleri karşısında geriledikçe, 1908’e varacak siyasi suikastlar ve askeri ayaklanmalar dönemi başlamıştı.

Tarih bilimi bize, basit analojiler kurmanın ötesinde, karmaşık görünen toplumsal dinamikleri durulaştırma olanağı verir. Şimdilerde ABD’nin, yüzyıl önceki Çarlık Rusyası ve Osmanlı ile benzer kaderi paylaşması, “tekerrür eden tarih” anlayışının bir sonucu değildir. Her şeyden önce, ABD hegemonyasının çöküşü, bunun bizzat düzen sahipleri tarafından kabul edilişi, öncekilerden çok daha kapsamlı bir tarihsel sıçramaya işaret ediyor. Bu çöküş kapitalist uygarlığın çöküşüdür. Pandemiyle başlamadı, ama pandemi bu çöküşü herkes için elle tutulur hale getirdi.

I

Olaylara Leninist bakışla yaklaşanlar için, ABD hegemonyasının çöküşü, en az yirmi yıllık adım adım ilerleyen bir süreçti. 11 Eylül’de yıkılan ikiz kuleler, çöküşün güçlü bir metaforuydu. Bakışını günlük olaylarla sınırlayanlar ne Leninistleri anladı ne de 11 Eylül provokasyonunu. Tersine, onlar 11 Eylülde, ABDnin ilan ettiği imparatorluk planlarının güçlü bir başlangıcını gördüler. Ne de olsa ABD, bu provokasyonu bahane edip elini kollunu sallaya sallaya Afganistan ve Irak’a girmiş; süpersonik ağır bombardıman uçaklarının cehenneme çevirdiği topraklarda Amerikan bayrağını sallandırmıştı. Kimileri için Minervanın Baykuşu alacakaranlıkta değil, ancak gece yarısından gün diğerine dönerken uçmaya başlıyor. Yirmi yıl sonra ABD çöküşü herkes için kabul edilir hale gelince, dönüp de geçmişe bakanlar (örneğin Ergin Yıldızoğlu) 11 Eylül’de, aslında çöken ABD hegemonyasının yeniden restorasyonu çabasını görmeye başladılar. Fakat diyor Yıldızoğlu, hegemonya öyle bir şeydir ki bir kez kaybedilince restore edilemez. Gece yarısı günaydın!

Tarihte tekerrür eden bir şey varsa, aydınların kibirli dar kafalılığıdır, enselerindeki yağlı saç kuyruğundan bir türlü kurtulamadılar. ABD hegemonyasının çöküşüne dair bir teorik saptamanın başına gelenler, herhalde bu kere “ABD’de iç savaş” tespitinin başına gelecek. Sadece gece yarısı şakımaya ayarlı baykuşlar, bu iç savaşı, on binlerin kanı sokaklarda akmaya başladığında kabul edecekler. Ama ne tarih bilimi ne de devrimci teori, onlara herhangi bir şey borçlu olacak.

ABD’de iç savaş sürecine pratikte girilmiştir. Ayaklanmayı bastırmak üzere orduyu göreve çağıran Trump, “Bu bir iç terör operasyonudur” dediğinde, iç savaşı ABD mali-oligarşisi adına ilan etmiştir. Ayaklanma, Beyaz Sarayın ışıklarını kararttı, Trump’ı sığınağa inmeye zorladı. Ayaklanmanın enerjisi ve öfkesi, polis ve ulusal muhafız teşkilatında birbirine zıt tutumlar ortaya çıkardı. ABD “müesses nizamında” kapanması zor çatlaklar yarattı. Başlayan ayaklanma, ilk girişiminde sonuca varmayabilir. ABD gibi bir ülkede devrimci zaferler elde etmek hiç de kolay değildir, bunun için bir dizi ayaklanmaya ihtiyaç var. Ancak, bu ilk girişim kısa sürede sönümlense bile, geride bıraktığı enkazın içindeki “pamuk yangını” sürecektir. Bir tarafta, “faşizmle konuşulmaz, onunla ancak savaşılır” diyen bir kitle, diğer tarafta ağır silahlarla kendilerini korumaya alan faşist kitle ve bir anda iki katına fırlayan silah satışları. ABD toplumu hızla aşırı uçlara doğru savruluyor, araya giren kan deryası usul usul büyüyor.


Geçmişe bakınca, ABD’de sınıf mücadelesinin bir çok kez iç savaş eşiğine kadar geldiğini görebiliyoruz. 1929 buhranında işsiz milyonların Washington’a yürüyüşlerinin ordu tarafından kanla bastırılması, 1960’larda Vietnam Savaşı’na karşı ve Martin Luther Kingin öldürülmesine karşı günler süren şiddet olayları, silahlı Kara Panterler Örgütünün çok geniş bir sempati toplaması, ya da 1992’de Los Angeles’ı iki hafta süreyle yangın yerine çeviren ve ancak ordunun bastırabildiği siyah isyan. Ama hiçbiri, birkaç günde 150 kente yayılmadı, Ulusal Muhafızlar 100 kentte sokağa inmedi, 25 kentte sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi. Bütün bunların gerçekleşmesi ve iç savaşın görünür hale gelmesi için, ABD hegemonyasındaki çöküşün herkesin kabul ettiği bir gerçeklik düzeyine varması gerekti.

ABD’nin dünya hegemonyası, ABD’li emekçi sınıfların ayaklarına ve kafalarına türlü çeşit prangalar takmıştı. Emperyalist sömürüden elde edilmiş artı-karlardan nasiplenen işçi aristokrasisi bir yana, bu da önemlidir elbette, ama dünya egemenliği sürdükçe, emekçiler, karşılarındaki gücün yenilmezliği üzerine önyargılarını pekiştirdiler. Çok daha etkili bir başka önyargı ise, sorunlar ne denli yakıcı olursa olsun, düzen içi uzlaşmayı mümkün kılan servet ve bolluğun garanti altında görünmesiydi. Bu türden önyargılar, emekçi sınıflarda, sefaletin uzun maratonunda nefessiz kalmış yığınlarda bir kez yıkılmaya görsün, artık umutsuzluğu boş beklentilerle sarıp sarmalayan ve öfkeyi çürüten iklim hızla dağılır.

İç savaşı taşıyan bir başka faktör, yönetici tabakalar arasında uç veren çatlaklardır. Siyasi krizin eşlik etmediği bir iç savaş, kalıcı bir olgu haline gelemez. Yukarıdakilerin kavgası, birbirlerine savurdukları skandal suçlamalar, en geri bilinçli yığınlarda bile öfkeli kabartılara yol açar. Apaçık bir faşist propagandayla iktidara gelen Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” sloganını kullanmıştı. Financial Times yazarı Gideon Rachman şöyle karşılık verdi: “Trump ABD’yi yeniden korkunç yapıyor.” Daha çarpıcı bir başlık, yine aynı gazetenin baş yazarı Martin Wolf’tan geldi: Büyük Depresyon'dan bu yana koronavirüs en kötü ekonomik kriz olabilir. Tehlikeyi fark edenler, alarm zillerini pandemi öncesi çalmaya başlamıştı.

Amerikan “müesses nizam” sözcülerinin sosyalizm kadar faşizmi de bir tehlike olarak görmelerinin bir nedeni var. Vurgulamak gerekir ki faşizm ABD için bir “tehlike” değil, iktidarını oluşturmuş bir olgudur. Eğer bir tehlikeden söz ediliyorsa, bunu açıklamak gerekir: 400 milyon silahla ABD halkı, faşizmin açık terörizmini yine silahlı biçimlerde karşılayabilecek potansiyele sahiptir. Mali-oligarşinin aklı başında sözcüleri, tehlikeyi burada görüyorlar.

Bu gerçek bir yana, yakın zamana dek ABD iç siyaset arenası “aşırı-sağ ve aşırı-solu” dıştalayan bir gericilik derecesinde yürütülüyordu. Dengeyi yaratan, iç savaş potansiyelidir. Başkanlık seçimlerine damgasını vuranlar, ne petrol rantlarıyla “enseleri kızarmış” Teksaslı faşistlerdir, ne de New York’un sanat galerisi gezginleri solcuları... Seçim sonuçları, nüfusun en yoğun olduğu Orta-Batı eyaletlerinde bekleniyordu. Sanayi ve tarımın iç içe geçtiği Orta-Batı, konformist alışkanlıkları ve kendi gettoları içinde yaşayıp giden, dünya ve hatta ülke olaylarıyla pek az ilgilenen, yalnızca kendi yerel haber kanallarını izleyen, Marx’ın “bir çuval patatesten ibaret” diyebileceği insanlara ev sahipliği yapıyordu. Adına “muhafazakarlık” denen gericiliğin bu engin ve dingin toprakları, işe bakın ki, şimdiki ayaklanmayı ateşleyen merkez oldu. Böylece, Amerikan “müesses nizamı” kendini meşrulaştıran çok önemli bir kitlesel uysallıktan, uyuşukluktan mahrum kalmış buldu kendini.


II

ABD hegemonyasının çöküşünü kabul etmek neden bu kadar uzun sürdü? Cevabı basit. Çünkü, halen daha dünyanın en büyük ekonomisine sahip (Gerçi, Çin, 2018’den bu yana satın alma gücü paritesi üzerinden, ABD’yi sollamıştı); dev tekel ve bankaların inanılmaz servet birikimleri var. Ayrıca dolar, halen daha dünyanın baskın rezerv parası (dünyadaki merkez bankalarının ellerinde tuttukları döviz rezervinin %62’si ABD doları, %21’i Euro, sadece %1,2’si Yuan’dan oluşuyor). Yıllık 750 milyar dolar askeri harcamayla, en yakın rakibinin üç kat önünde. Dijital çağın teknolojisine yön veren şirket ve markalara sahip.

Rakamlar art arda dizilince, insan “bu nasıl bir çöküş?” diye sorabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, emperyalist-kapitalist dünya için hegemonyanın, mali veya askeri ya da teknik üstünlükten daha fazlasını gerektirdiğidir. Hegemonya, dünya çapında kapitalist sistemin geleceğini garantiye alma kapasitesine sahip olabilmektir. ABD’nin kaybettiği bu güven ve kapasitedir. Kaybın nasıl adım adım geliştiğini göreceğiz. Fakat önce bir hatırlatma yapmakta fayda var.

Bir önceki hegemon emperyalist İngiltere’nin çöküşü de uzun sürmüştü; kabaca I.Paylaşım Savaşı döneminde başladı bu çöküş ve ancak II. Paylaşım savaşı sonrası her alanda resmiyet kazandı. İngiltere’ye özgü çöküşün simgesel anına dair farklı görüşler öne sürülebilir. Örneğin, bir İngiliz diplomat, 1946’da Yunanistan iç savaşında komünist partizanlarla baş edemeyen İngiltere ABD’yi yardıma çağırdığında, “Büyük Britanya imparatorluğu dünya liderliğini bir saat içinde Birleşik Devletlere bıraktı” diyor. (Bkz. ABD Halkları Tarihi, Howard Zinn). Bir başka simgesel an, 1946’da Süveyş Kanalını işgale giden kocaman İngiliz ve Fransız donanmasını, kanal önünde tek bir ABD savaş gemisinin geri döndürmesiyle yaşanmıştı. (Tarihin ironisi. Aynı şeyi bu kez 2016’da küçük bir Rus gemisi, Suriye açıklarında ABD ve İngiltere donanmasını durdurarak yapacaktı.) Daha ayakları yere basan bir bakışla, çöküşün resmiyet kazanma anını, 1946’da Bretton Woods anlaşması imzalandığında yakalarız. Bretton Woods, ABD dolarını dünyanın rezerv parası ilan ediyordu.

Bu türden simgesel anlardan çok önce bile İngiltere, ekonomik büyüklük yönünden ABD’nin gerisinde kalmıştı. Yine de İngiltere, 1913’te geriye düşmüş olsa bile, Ortadoğu’daki, Hindistan ve uzak Asya limanlarına hakimiyeti ile, Süveyş kanalının kontrolü yoluyla, dünyanın önde gelen diplomatik, mali ve askeri gücü olmayı sürdürüyordu. Çöküş döneminde bile, teknolojik atılımların mimarıydı. Televizyon, radar teknolojisi ve gaz tribünlü motorlar, krallık adasından dünyaya yayıldı. ABD’nin katılmadığı Milletler Cemiyeti’ne liderlik yapıyordu. Art arda sıralanmış, ABD’dekine benzer parlak rakamları zikretmek işten bile değil. Buna rağmen, İngiliz hegemonyasında aksamaya başlayan pek çok şey vardı; hepsi üst üste bindi. Ne 1929 Büyük Bunalımından çıkışa önderlik edebildi, ne de büyük sömürgelerinde patlak veren ayaklanmaların önüne geçebildi. Nazi Almanyası’ndan yükselen tehditlere karşı en yakın müttefiklerini dahi koruyamadı; Hitlerin savaş öncesi Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgalini boş gözlerle izlemek zorunda kaldı. Parlak ışıkların ardına gizlenen çöküşse, adım adım ilerledi.

ABD’nin uzun süren çöküşünü gözlerden saklamakta, sol-sosyalist çevrelerin çoğunluğunu esir alan darkafalılığın etkisi görmezden gelinemez. Çünkü ABD söz konusu olduğunda, tüm dünyada gözler sol-sosyalist çevrelerin ne dediğine çevrilir. Zamanında Marx’ı usandırıp “Ben Marksist değilim” diye isyan ettirecek ölçüde yüzeysel, kaba bir anlayışa sahip bu çevreler, çöküşün dinamiklerini ABD’nin dışında arayıp durdular. Bu kaba kavrayışa göre, ABD ancak, sömürgelerinde ve bağımlı ülkelerde gelişecek devrimler yoluyla abluka altına alınabilir, hegemonyasını ancak bu yolla kaybedebilirdi. Eğer ABD çökecekse, bir devrimci kitle hareketiyle sarsılacaksa, bunun yolu, sadece “3. Dünya Devrimleri”nden geçebilirdi.

Tüm dünya solunda, ama özellikle emperyalist ülkelerdeki Marksist parti ve çevrelerini etkisi altına alan “3. Dünyacılık”, Lenin’in geliştirdiği “emperyalizmin en zayıf halkası” tezinden yola çıkmıştı. Fakat bu tezi öylesine tek yanlı kavramışlardı ki, sırf bu dar kafalılık yüzünden, tam bir yüzyıl boyunca emperyalist merkezlerin Marksist partileri, bir kez olsun “iktidarın fethi”ni olanaklı gören bir taktik ve hareket öne süremediler. Onlar, Lenin’in tümüyle doğru tezini şu kaba biçime büründürdüler: Emperyalist ülkeler, sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerden elde ettikleri aşırı karlar sayesinde, kendilerini içeride sınıf savaşımlarına karşı güvenceye almışlardır; proletaryanın bir kısmını satın almışlar, devasa büyüklükte ordular beslemişler, emekçileri uyuşturacak muazzam olanaklara kavuşmuşlardır. Öyleyse, onları bu olanaklardan yoksun bırakacak gelişme, emperyalizmin zayıf halkalarından dünyanın kırlarından, yani sömürge ve bağımlı ülkelerden yükselecektir.

3. Dünyacılığın en etkili olduğu yıllar, 1960’lardır, yirminci yüzyılda “kapitalizmin altın çağı” diye söylenen yıllar. O yıllarda, SSCB ve sosyalist sistemin ideolojik etkisi, emperyalist merkezlere sızmasın diye, işçi ve emekçilerin büyük kavgalar sonucu öne çıkardığı talepler, daha kolay kabul görüyordu, bu yüzden ücretler sürekli yükseliyordu. (Hemen belirtelim, tek etken, sosyalist sistemin varlığı değildir. Emek-gücünün fiyatlarındaki dalgalanmaları belirleyen, kapitalizme özgü nüfus yasası ile, sermayenin birikim yasalarıdır. Burada detaya girmeden, Marx’ın bu yasaları, Kapital’in 25. bölümünde ayrıntılı biçimde ortaya koyduğunu belirtmekle yetinelim). Emperyalist merkezlerde işçiler pek çok sosyal hakkı elde edebilmişti. Bazı ülkeler, bütçenin %60’ını bu türden refah harcamalarına ayırıyordu. Amerikan işçi sınıfı bu altın çağın sefasını sürenlerin başında geliyordu. Fabrikada çalışmaya yeni başlayan bir işçi, en çok on yıl içinde, bir araba ve ev sahibi olacağını hesaba katabilirdi. 3. Dünyacılığın Amerikan sol-sosyalist çevrelerde tutması ve tüm dünyaya buradan yayılması, bu açıdan bir tesadüf sayılamaz.

Gerçekte, işçi sınıfına bahşedilmeyen, büyük ve zorlu savaşımlarla elde ettiği bu kazanımların damga vurduğu ve geçici olduğu çok açık bir dönemi “mutlak” sayıp teorik düzeye yükselten 3. Dünyacılık, şu basit ama önemli gerçekliği bir yana koyuyordu. En güçlü emperyalist merkezler de kapitalizmin iç çelişkilerinden, onu bunalıma taşıyan birikim yasalarından muaf değildir. Lenin bu gerçeği çok iyi kavramış ve kavratmaya çalışmıştı. 1915’te kaleme aldığı Emperyalizm çalışmasında, sömürge karlarıyla proletaryanın ne ölçüde yozlaşabileceğini, o zamanın hegemonya gücü İngiltere örneğiyle anlatmıştı. Fakat, çok değil, 1921’de, Sol Komünizm broşüründe, devrimcilere bir hükümeti hızla yıkma olanağı sağlayan koşulları sıralıyor ve şöyle diyordu: “İngiltere’de (...) başarılı bir proleter devrim için iki koşul da apaçık olgunlaşmaktadır.” Yani Lenin’e göre, emperyalist dünyanın en güçlü ülkesi bile, bir anda “emperyalizmin en zayıf halkası” haline gelebilirdi.

Eğer teoride meydan tümüyle 3. Dünyacılara kalmış olsaydı, bugün bile emperyalist merkezlerde bir devrimci kitle hareketinin sözünü etmemek gerekirdi. Oysa zaman, bu teorinin yanlışlığını kanıtladı. 60’lı yıllardan yüzlerce kat daha fazla bağımlı ülkelerden sağılan artı-karlar, ABD işçi sınıfının aristokrat karakterini geliştirmedi, aksine geriletti. Birazdan, muazzam sömürüye rağmen, ABD ekonomisinin, alt yapısının, toplumun ve işçi sınıfının nasıl çöktüğünü ve sınıf mücadelesinin bu iç savaş düzeyine nasıl yükseldiğini göreceğiz.


III

Amerikan bayraklı trenin önünde çok parlak bir far ışığı yer alır, lokomotif de epeyce göz alıcı renktedir. Böylece, lokomotifi izleyen katarların pası, döküntüsü, enkaz durumu gözlerden saklanır. Tam bir Yanki propaganda yöntemi.

Gazetelerin ekonomi sayfalarını okuyanlar, ABD’nin halen daha dünyanın en büyük gayri safi milli hasılaya sahip olduğunu görürler. Öte yandan Çin, satın alma gücü paritesine göre yapılan hesaplamalarda, ABD’yi geride bıraktı. Nedeni şu: Pekin’de bir markette, 100 dolar ile, otomobil bagajını dolduracak alışveriş yapabilirsiniz; ama aynı 100 dolar New York’ta, bir file malzemeye yetmez. Burjuva iktisat yazınında SGP hesaplaması genel kabul görmüyor, çünkü tren farının parlaklığını azaltıyor. Buna rağmen, ABD’li şirketler, kendi alanlarında hepsi dünya piyasaları üzerinde egemen ya da söz sahibi tekellerdir. Dijital teknoloji şirketleri, Avrupalı muadillerinden onlarca kat daha büyük cirolara sahiptir. Üç tane petrol tekeli, dünya enerji piyasalarına dinozor gibi çöreklenmiş, domine edecek güçtedir. Dünyanın en büyük 500 şirketinin 191 tanesi ABD’lidir. Tek başına Wall Mart’ın cirosu, Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin toplam cirolarını neredeyse ikiye katlar. Dahası var: ABD kapitalist dünyanın bankacılık sistemine ve para dolaşımına yön verecek etkiyi elinde bulundurur. ABD’nin merkez bankası misyonunu yürüten FED, parasal alanda atılan her adımı belirler. FED eğer faizleri düşürür ve piyasayı paraya boğarsa, ya da tam tersini yaparsa, Londra, Tokyo ve Frankfurt mutlak suretle aynı yolu izler ve geri kalanları peşlerinden sürükler.

Tüm bunlar, lokomotif ve farının göz alıcı parlaklığını yansıtırlar. Ama bir de, gerideki katarlara bakmak lazım, çünkü hızı onlar ayarlar. Bakılınca, çöküşün gerçek resmi daha iyi anlaşılacaktır. Konuya iki ayrı tablo ile başlangıç yapalım:









Kaynak: Erinç Yeldan (15.5.19) Cumhuriyet



ABD Ekonomisinde Yatırımlar ve Ekonomik Büyüme

Yatırımların Büyüme Hızı

1990’lar 2,6

2002-07 4,8

2008- 0,9

Mili Gelir Büyüme Hızı

3,1

2,8

1,4


Kaynak: E. Yeldan (31. 10.18) Cumhuriyet


Tablolarda yansıyan, 2002 – 07 arası kısa dönemde görülen yükseliş geçici olmuştur. Irak ve Afganistan işgallerinin yanı sıra, bu kısa dönem Çin’e muazzam miktarda yatırım yapıldığı dönemdir. Tablolar, esasında, Marx’ın Kapital’de detaylıca anlattığı genel eğilimi özetliyor: “Sermaye tekeli, kapitalist üretimin engeli haline gelir.” Yani tam da ABD’nin başının belası, o parıltılı rakamlardır.

ABD ekonomisinde kar oranları, yatırım ve büyüme hızı oranları yerlerde süründüğü halde, tekelci şirket karları çok parlak bir görünüm sunar. Bunun bir nedeni var. Marx, sermaye birikiminin iki farklı yoluna açıklık getirmiştir. Birincisi yoğunlaşma, ikincisi merkezileşmedir: “Yoğunlaşma, yalnızca büyük boyutlu yeniden üretime verilen bir başka addır. Merkezileşme, zaten var olan sermayelerin dağılımındaki bir değişiklikten, toplumsal sermayeyi oluşturan kısımların nicel gruplanmalarındaki basit bir değişimden meydana gelebilir”. Ayrıca Marx, merkezileşme sürecinin, yoğunlaşma yoluyla oluşan birikim artış sürecinden çok daha hızlı olabileceğini ifade eder.

Son yıllarda, ABD’de sermaye birikimine yön veren hareket, yoğunlaşmadan değil, merkezileşmekten ileri gelmiştir. Çünkü, dünyanın para-sermayesinin toplandığı son merkez ABD’dir. Rekabette diğerlerinin biraz önüne geçen her şirket, devasa miktarlar halinde birikmiş borç verilebilir para-sermayesi tarafından desteklenir, bu firmalar oldukça kısa süreler içinde rakiplerini satın alarak, piyasanın dışına iterek merkezileşmiş, listelerdeki en üst basamaklara baş döndürücü hızlarda tırmanmışlardır. Dünyanın en büyük, en değerli şirketleri sıralamasında ilk üç sırayı paylaşan Amazon, Facebook, Google, yaşları 20’yi bulmayan şirketler, 200 yıldır faaliyette olan şirketleri, arkalarına aldıkları finans oligarşisi sayesinde geride bırakabildiler. Bu finans oligarşisi aynı zamanda petrol tekellerine, otomotiv işletmelerine, bankalara ve borsalara kumanda eden bir avuç sermaye grubudur. Bu yüzden ABD ekonomisi rakiplerinden daha hızlı bir tempoda, toplumsal sermayesini yoğunlaştıramaz, yani genişletilmiş yeniden üretimi beklenen ölçüde gerçekleştiremez noktaya ulaştı. Sonuç şu oldu. Bu şirketler kasalarında, hiçbir işe yaramadan yatan 5 trilyon dolar tutuyorlar. Çok daha fazlası banka kasalarında bekliyor; 19 trilyon dolar, eksi faizli hesaplarda kıyıya vurmuş ölü balina misali yatıyor.

Bu gelişmeler sonucu, ABD’nin teknolojik gelişime yön verdiği iddiası oldukça tartışılır olmaya başladı. Genişletilmiş yeniden-üretimin marjı daraldıkça, tüm teknik olanaklara rağmen son on yıldır ABD’nin emek üretkenliği yerinde sayıyor. Rekabette çok ciddi bir dezavantajdır bu durum. Üstelik, birbirini izleyen her teknolojik adım, marjı daha da daraltıyor. Yani ABD tekelleri için yeni teknolojik adımlar, daha büyük değil, daha küçük karlar vadediyor. Bir başka neden, teknik eleman sıkıntısıdır. On yıllardır kapitalist dünyanın “son tüketicisi” olma pozisyonunda tutunan ABD, üniversitelerinde, mühendisten çok daha fazla, işletmeci, finansçı ve pazarlamacı yetiştirdi. Gelinen noktadaki acıklı durumu, bizzat Apple’ın patronu Tim Cook şu sözlerle dile getiriyor:

İnsanlar şirketlerin Çin’e düşük işgücü maliyeti nedeniyle gittiğini düşünür. Ama gerçek şu ki, Çin yıllar önce düşük işgücü maliyeti olan ülke olmayı bıraktı. Çin’e gitme nedeni beceri ve becerikli insan sayısının fazla olması. Bizim yaptığımız ürünler gerçekten büyük yetenek ve hassasiyet gerektiriyor. Çin’de araç teknolojisi çok gelişmiş ve buna hakimiyet çok üst düzeyde. ABD’de araç mühendisleriyle bir toplantı yapabiliriz fakat bulunduğumuz odayı doldurabileceğimizden emin değilim. Çin’de birden fazla futbol sahasını doldurabilir”.

Parlak yıldızlı ambalajlar içinde caka satan ABD teknoloji şirketleri, alt yapı, donanım, yazılım ve teknik hizmetler konusunda Çin’e, Tayvan ve kapitalist G.Kore’ye bel bağlamışlardır. İletişim alt yapısında 5G teknolojini hayata geçiren Çin oldu, yapay zeka çalışmalarında da ABD’yi geride bıraktı.


ABD’nin teknolojik bunalımı silah endüstrisine de yansımış durumda. Bu alanlarda, önce Rusya, şimdilerde Çin, ABDyi alt edecek teknolojik atılımlara imza attılar. Rusya’nın hava savunma sistemleri ABD’nin ciddi bir üstünlük saydığı seyir füzelerini etkisiz kılmayı, hatta fırlatılan füzelerin rotasını yönlendirme becerisini gösteriyor. Çin, oldukça ağır ve pahalı ABD silah sistemlerinin karşısına, ucuz ve etkili yapay zekaya dayalı dijital savunma tekniklerini çıkarmaya başladı.

ABD’ye askeri üstünlük kazandıran araçlardan birisi, uzun menzilli ağır bombardıman uçaklarıydı. En yakın rakibi, Sovyet döneminden kalma süpersonik uçaktır, Amerikan muadillerinin sadece yarısı bir menzile sahiptir. Derken 2018’e garip bir şey oldu. Rusya’ya ait bu uçak Venezuella’da bir hava üssüne indi, 5500 km uzağa; bir Amerikan B-2’sinin iki katı menzili kat etmişti. Bizzat Pentagon, yaptığı pek çok savaş simülasyonunda, Rusya ve Çin karşısında yaşayacağı yenilgileri sanal ortamda test ediyordu.

ABD’nin temel imalat sanayisindeki durumu, dijitalden ve silahtan daha kötü bir manzara çiziyor. Otomobil sanayi öylesine övünç kaynağı olmuştu ki “General Motors demek, ABD demektir” sloganı üretilmişti. Şimdiyse bu sektör Japon, Alman ve Koreli şirketlerce adeta içerden fethedildi. Üretimin %47’sini bu ülke şirketleri gerçekleştiriyor. Trump, emperyal çöküşün bu görüntüsü karşısında öyle bir öfkeye kapıldı ki “New York 5. Cadde’de tek bir Mercedes kalmayacak!” diye havlamıştı. Trump, karşılaştığı her hüsran verici rakama böyle havlayacaksa, işi gerçekten zor. İşte bir tane daha; “Bizim bir yılda ürettiğimiz çeliği Çin bir haftada üretiyor”

Sonuç mu? İşçi aristokrasisiyle beraber, sanayi proletaryasının çöküşü! 1990 yılında imalat sanayisinde çalışanların oranı %33 iken, şimdi bu rakam % 9’a kadar geriledi. Emek üretkenliğindeki durgun seyir hesaba katılırsa, bu düşüşün tek anlamı var: Sınai çöküş!

ABD hegemonyası çöktüyse, bunun nedeni, bir paylaşım savaşında yaşanan hezimet değildi, ya da daha dinamik bir emperyalist rakibin her alanda onu alt etmesi de değildi. 3. Dünyacıların iddia ettiği üzre, bağımlı ülke devrimleriyle ABD ablukaya alınmış hiç değildi. Hegemonyayı çökerten, kapitalist birikim yasaları olmuştu. Bu yüzden, çöküşü geri çevirmek üzere girişilen savaşlar işe yaramadı, mali ve finansal tedbirlerin beliren tüm çeşitleri denenmesine rağmen, gidişat durdurulamadı.

Bütün çırpınışlardan sonra, ABD yönetici sınıfı durumunu kabullenmekten başka bir yol bulamadı. 2018 başında Davos’ta toplanan dünyanın kaymak tabakası, kapitalizmin süre giden krizini yönetecek bir “lider ülke bulamadığını” raporlarında geçirdi. Amerikan mali-oligarşisinin sözcüsü basın, pek çok kere “artık dünyaya polislik yapmayacaklarına” dair uzman görüşlerini manşetlerden duyurdu. Nihayet Pentagon, bir raporla çöküşün kabulünü resmiyete bağladı. Rapor, açıkça, uluslararası gelişmelere Çin ve Rusya’nın yön verdiğini, diğer ülkelerin de, yönlerini ABD’ye göre değil, bu iki büyük güce göre ayarladıklarını dile getiriyordu. Ve tüm bunlar, pandemi felaketi tsunami misali yıkıp geçmeden oluyordu.

Pandemi, Amerikan yönetici sınıfların en çok yirmi yılda kabullenebildikleri çöküş gerçeğini, emekçi sınıflara birkaç ayda öğretti. İşsizlik görülmemiş boyutlara haftalar içinde fırladı. Sağlık sisteminde beklenen oldu ve dört dörtlük bir çöküş yaşandı. Eczane ve market raflarında mal kalmadı. İşler hiç bu denli kötü gitmemiş, felaketler böylesine üst üste binmemişti. Amerikan halkı, George Floyd’dan önce başlamıştı nefessiz kalmaya. Neon ışıltılarının ve yaldızlı ambalajların ardına saklanan enkaz açığa çıktı. Hiç kimse, hiçbir güç ABD’yi yeniden büyük (yani hegemon) yapamazdı. Emekçilerin öfkesine ket vuran endişeler, sistemin bir şekilde yeniden kendini tamir edeceğine duyulan güven, etkisini yitirdi. Bir yanda yönetici sınıfların yıkılan özgüveni ve yükselen korkuları, diğer yanda emekçi sınıfların dizginlenemeyen, polise ve ulusal muhafıza diz çöktüren öfkesi. Bunlar dört dörtlük bir iç savaşı hazırlayan çok tehlikeli bir kokteyl oluşturuyor.

Aztek harabelerindeki gençlere ne mi oldu? Bekledikleri ABD helikopteri hiç gelmedi, açlıktan ve susuzluktan ölmemek için başlarının çaresine kendileri baktılar. Bekleyerek boşa zaman geçirdikleri için birbirlerini suçladılar.

Umut Çakır