Devletin tepesinde yine bir “beka” fırtınası esiyor, bu kez yerel seçim bahanesiyle. Hafriyat, çöp ve muhtarlık işlerinin oylanacağı seçimle, beka gibi temel bir sorunun ilgisini kurmakta zorlananlar yok değil, örneğin Muharrem İnce “bence zeka sorunu var” diyerek, tartışmaya renk katıyor. Doğrusu, RTE’nin haftasonu başlattığı mitinglerde yaptığı konuşmalara bakınca her iki bakış açısının da haklı olduğunu düşünmek gerek. Hani şu “patatese değil, merminin fiyatına bakın” diyordu ya, beka ve zekanın ters orantısına dair, daha uygun bir örnek bulmak zor.

Devletin bekası, hadi daha açık konuşalım, tekelci sermaye egemenliğinin bir ölüm-kalım çizgisinde olduğu ifadesi, pek çoklarına göre, dinci-faşizmin yerel seçimleri kazanabilmek uğruna uydurduğu bir yalandan ibaret. Böyle düşünenler, seçimlerin kürsülerden çekilen ajitasyonla kazanıldığı hayali ve önyargısını yaşıyorlar. Bunca hileli sandık tecrübesinden sonra, hala aynı önyargılarla dolup taşmak, ancak oportünist çürümüşlükle mümkün.

Türk tekelci sermaye egemenliği için, bir beka, yani geleceksizlik sorunu gerçekten var. Böyle olmasaydı, küçük bir azınlığın diktatörlüğü olarak, iç-düşmanlarla çevrilmiş olduğunu bilen sermayenin yönetici elitleri, hasımlarına cesaret verecek bir beka sorunu tartışmasını herkesin önünde açmazdı. Sadece bu değil. Sermaye dünyasında diplomasinin, pazar ilişkilerinin ve kredinin bin bir koşulu, beka tartışmalarından son derece olumsuz etkilenir. Her adımında bir ölüm-kalım mücadelesi verdiğini ilan eden bir hükümete kim kredi açar ya da diplomaside kefil olmayı ister? Kısacası, burjuvalar tüm taktik adımlarını bu ölüm-kalım çizgisini gözeterek atmak zorunda kalıyorsa; taktiğin gerektirdiği bürokratik işleyişi ve kitle desteğini, ancak açık ve sürekli bir ajitasyonla sağlayabiliyorsa, sermayenin akıl uçuran korkusu çuvala sığmaz; beka sorunu zeka sorunu haline gelir.

Yine de dinci faşizmin ortalıkta feryat figan dolaşırken, dünya sermayesi karşısında elinin bir parça rahat olduğunu eklemek gerek. Çünkü sorun, yalnızca bu topraklara özgü değil. Emperyalist-kapitalist sistemin kendisinin bir beka sorunu var. Bir dünya sistemi olarak emperyalist kapitalizm, ancak hegemon bir gücün denetiminde işleyebilir özellikler taşıyor. Ve şimdi onun ölümcül hastalığı, böyle bir güçten yoksun olması: ABD, hegemonyasının çöküşünü izlemekle yetiniyor, rakipleri karşısında ancak “oyun bozucu” olabildiğini kabule zorlanıyor. Sistemin diğer merkezi gücü Avrupa Birliği, boşluğu doldurmak şöyle dursun, kendi birliğini koruyamıyor. İngiltere’den sonra İtalya da birlikten ayrılma yolunda. Dolmayan koltuk, küresel depresyonu içinden çıkılmaz bataklıklara sürüklüyor. Dünya mali oligarşisinin küresel zirvesi Davos, yayınladığı raporla bu durumu belgeliyor adeta; “Küresel riskler yoğunlaşıyor, ancak bunu göğüsleyebilecek bir kolektif irade ortada yok, onun yerine bölünmeler artıyor” tespiti yapılıyor. Dünya ölçüsünde sermaye, daha iyiye değil, daha kötüye hazırlanıyor ve bu koşul onu politikada bir “ölüm-kalım” çizgisine taşıyor.

Eğer bir devrimci özne tarafından devrilmeyecekse, en derin ekonomik krizden bile sıyrılabileceğini pekala bilen sermayeyi bir beka noktasına taşlayan, tam da devrimci öznenin muazzam sarsıcı dalgalarla kendini açığa vurmasıdır. Geçen ay, sadece Hindistan’da 200 milyon proleterin genel grevi vardı. Tarihin hiç bir döneminde, hiçbir sınıf, böylesine engin kalabalıkları aynı anda harekete geçirme kapasitesine sahip olmamıştır. Aynı şekilde, Fransa’da sokakları inatla işgal eden ve doğrudan iktidarın merkezi aygıtını hedefine alan Sarı Yelekliler, onların Avrupa çapında yarattığı etki; Venezuela’ya karşı girişilen darbenin emekçi milyonları her gün sokaklara dökmesi; ve nihayet, Trump’ın da şikayet ettiği üzere, ABD’de sosyalist filizlerin olağanüstü hızla ilgi uyandırması, sermayeyi dünya çapında bir “ölüm-kalım” çizgisine taşıyan olgulardan sadece bir kaçı.

Bu küresel manzara, Türk tekelci sermayesinin gelecek kaygılarını öylesine arttırıyor ki, bir süredir servetini küçük ada ülkelerine kaçıran kaçırana. Türkiye tekelci kapitalizmi defalarca kez derin krizlerden, çöküşlerden geçti ve her seferinde onu uçurumun kenarından emperyalist efendiler aldı. Ve bu kez durum oldukça farklı. Emperyalist efendiler açısından ekonomik kriz, kısa dönemli çıkarları için TC’yi sopalama fırsatından başka bir vaat taşımıyor. En ufak bir pürüzde dahi, tek bir twitter mesajı yetiyor sopanın tam yerine denk gelmesi için. Meselenin trajik yanı şu ki, “hizaya gelmek” bile TC’nin sorunlarını çözmüyor. Hegemonyası çökmüş bir sistemin, pusulasını kaybetmiş bu gemisi, her seferinde bir başka kayalığa bindiriyor. Devrim tehdidi karşısında emperyalist destek sayesinde ayakta kalabildiğini pekala bilen tekelci sermaye ve onun devlet bürokrasisi içindeki temsilcilerinin, bu manzara karşısında hayati endişelere kapılmalarına şaşırmalı mıyız? Hayır. İşte bu ruh halinin yansımasıdır beka sorunu.

MHP ile ittifaka dair söylenen “pazara kadar değil, mezara kadar” lafının bir anlamı varsa, burada aranmalı. Sermaye, panik halinde servetini şuraya buraya kaçıranları, bu karamsar manzarada kurumsal işleyişi bozulan bürokrasiyi ve “patatese değil mermiye” bakmaları vaaz edilen karşı-devrimci güruhların yerlerde sürünen moralini, ancak bir ölüm kalım çizgisine yükseltilmiş politik ajitasyonla bir arada tutabiliyor. Ama, burjuva egemenliğinin gerçek koşulları, elbette kuru ajitasyonla karın doyurmayı kaldırmaz, bununla yetinemez. Yürütme erkinin tüm unsurlarını tek merkezde toplamak, tüm siyasi, diplomatik ve elbette askeri ve mali kaynakları bu tek merkezin ellerine teslim etmek, beka sorununda atılması gereken adımlardan birisi. Ne var ki, çözümün kendisi, bizzat sorunun kaynağı haline gelebiliyor. Çıkarlarını bağladıklarını otorite ve güç odaklarından mahrum kalan sermaye kesimleri tepedeki doruk bunalımını sürekli canlı tutuyorlar, buna kimi darbe senaryoları da dahil. Dinci-faşizmin mezara kadar taşıdığı ittifak, uğursuz senaryoları defetmenin bir yolu.

Yürütme erkinin yetkinleşmesi, Marx’ın ifade ettiği gibi sonuna kadar gitmeye yazgılı bir devrimin “işini yöntemle yürütmesi”dir. Devrim yürütme erkini en yalın ifadesine indirgiyor, onu tecrit ediyor, “bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerinde toplayabilmek için bütün kendi kusurlarını ona yöneltiyor”. Aşırı merkezi yürütme erki, egemenlik aygıtının tümünü, devrimin karşı hamlelerine açık hale getiriyor. Tepeden yuvarlanan her taş, ağırlığı oranında, piramidin eteklerindeki taşları da dökmeye aday.

İşte dinci faşizmi, hafriyat-çöp ve muhtarlık işlerini seçecek bir sandıkta ölüm kalım sorunu görmesine neden olan koşullar bunlar. Önünde iki seçenek var. Ya şimdiye dek alışılageldik hilelerle yetinip çıkacak sonucun karşı-devrimde ve bürokraside yaratacağı sarsıntılarla cebelleşecek, ya da hileleri öylesine ileri götürecek ve açıktan yürütmek zorunda kalacak ki, bunun yaratacağı isyan duygularını bastırmaya hazırlanacak. Her iki yol da bir mezarlıkta son buluyor. Bu yolu kat etmenin ne kadar süre alacağı, biriktirdiği öfkeyi kusmak üzere fırsat kollayan kitlelerin bu fırsatı seçimlerde mi yoksa ekonomik çöküşün ileri aşamalarında mı kullanmaya başlayacağını kestirmek zor. Her durumda, proleter öncülerin görevi, şimdilerde her adımını “ölüm kalım” ve beka sorunu çizgisinde atan burjuvazinin karşısına, aynı mahiyette taktiklerle çıkmaktır. Dinci-faşizmin beka ajitasyonunu, seçim öncesi gerilimi arttırma niyetine bağlayanlar, sınıflar savaşımının bu en temel kuralını bir kenara koyuyorlar.

Umut Çakır