Ahmet Türk, bir gazetecinin “Pek çok insan artık umudum kalmadı diyor” sorusuna, yarım asrı geçen kavganın derslerinden süzülmüş şu cevabı veriyor:

“Biz bunları geçmişte de yaşadık. 1994’de gelip buralara dolaştığımız zaman öyle bir baskı vardı ki, esnafın dükkanına girdiğimizde bizi görmemek için dükkanın arkasına kaçıyordu. Çünkü arkamızda hep özel timler vardı, bizi takip eden. Ama aradan bir müddet geçti, seçimlerde yüzde 60-70 oy aldık. Şimdi böyle bir dönemde insanlar kendini korumak için sessiz kalabilir. Ama bütün buna rağmen insanlarımızın devletin politikalarına asla ve asla destek vermediğini görüyoruz.”

Uzun mücadele tarihinden çıkardığı dersi, o röportajda şöyle özetliyor: “Bir halk özgürlük ve demokrasiye inanmışsa, bunun önüne geçmek kolay değildir.” Şu günlerde, her ağzını açtığında, kitlelerin sessizliğinden şikayet eden, devrimci yığınlara güvensizliğini açığa vuran her umutsuz vakanın, yarım asrı en sert kavgalara tanık olarak geçiren A. Türk’ten öğreneceği çok şey var.

Çin Üzerinde Kızıl Yıldız kitabının yazarı Amerikalı gazeteci Edgar Snow, 1936 yılında ÇKP’nin kızıl üs bölgelerini ziyaret ediyor. Kitap boyunca, konuştuğu tüm komutanlar, hatta sıradan askerler; sadece Çin’de değil, gırtlak gırtlağa çarpıştıkları Japonya’da da proleter bir devrimin kaçınılmaz olduğunun altını özellikle çiziyorlar. Bir inanış ve beklentinin ötesinde, tarihsel materyalizmin kazandırdığı böylesi tarihi ve kesin kanaatler olmadan, proleter kitlelerin devrimci potansiyel ve enerjilerine güven duymadan, Çin gibi uzun iç savaşlardan geçen ülkelerde, zaferi kazanabilmek çok daha zor olurdu.

Dinci-faşizmin tırmandırdığı baskı ve tehdit ikliminde, tarihsel ve bilimsel dayanaklardan yoksun inançları sarsılanlar, bırakalım sosyal medyadan emekçi kitlelere ağızlarına geleni söylesinler. Oysa şimdi tüm olaylar, “özgürlük ve demokrasiye inanmış halkların” egemenleri baskı altına alan öfke ve özlemleri altında şekil buluyor. Buna en taze örnek, hızlanan ve her adımda yeni katmanları açılan doruk bunalımında görülebilir.

Bir doruk bunalımından söz ederken kısaca şunu kastetmiş oluyoruz:

Artık toplumu yönetemeyen egemen sınıfın kendi arasındaki çelişki ve çatışmaların, devrim karşısında birlikte davranışı tehdit edecek seviyeye varmasıdır. İş Bankası’na el koyma girişimi nedeniyle tekelci sermaye katmanlarında dinci faşizmin keskinleştirdiği varlık-yokluk çatışmalarına dikkat çekmiştik. Aradan çok zaman geçmeden, doruk bunalımının yeni yanları belirmeye başladı:

AKP-MHP ittifakından yükselen çatırdama seslerinden bahsediyoruz. Tekelci sermayenin tartışılmaz ve kutsal mottosu “Devletin bekası” üzerine kurulu bir ittifakın, pamuk ipliğine bağlı hale gelecek derecede çatırdaması, doruk bunalımının tırmandığı noktaya işaret etmesi açısından oldukça önemlidir.

Politikayı yavan lapa haline getirenler için, AKP-MHP ittifakının çatırdaması, yerel seçimlere dair anlaşmazlığa dayanıyor. Oysa bunalımın temelinde dinci faşizmin her zamankinden tehditkar ölçülerde daha fazla, geleceğini güvende görmemesi yatıyor. Ekonomik kriz dinci faşist yürütme erkinin kitlesel desteğini hızla yıpratıyor, bunu en yandaş anket şirketleri dile getiriyorlar. Bu, aynı ölçüde, olağanüstü düzeye çıkartılan resmi terörün beklenen sonuca ulaşamadığı anlamına geliyor. Kürdistan’da baskının boyutu, kentlerin bir kısmını tanklar marifetiyle enkaza çevirip her köşeye uçaksavarlı zırhlılar yerleştirme noktasına vardı, ancak bizzat AKP’nin bölgedeki vekilleri “bize bir dönüş yok” şikayetini dile getiriyorlar. Burjuva iç savaşların genel özelliğidir; başvurulan her yeni baskı biçimi kısa sürede sonuç almaya odaklıdır. Burjuvazi beklenen zaferi kısa zamanda elde edemezse ayarlar bozulur, başvurulan yeni yönteme inanç sarsılır. Diğer yandan ekonomik kriz, bizzat egemen sınıfın, tekelci sermayenin özgüvenini çökertirken, büyük kapitalistler ilk fırsatta servetleriyle yurtdışına kapağı atmaya çalışırken, onların politik sözcülerinin “devletin bekası” adına ittifaklar yürütmeleri çok daha zor, iç savaşın yeni yöntemleriyle bir türlü ulaşılamayan sonuç üzerine kavgaları çok daha tahripkar olur.

Devrimci yığınlara güvensizlikle dolu olanlar, karşımıza sık sık, KHK’larla atılan yüzbinlere, atanan kayyumlara yönelik, neden ciddi bir protestonun yapılamadığını çıkartıp duruyorlar. Onlara Lenin’in 1906 yazında kaleme aldığı şu cümleleri dikkatle okumalarını öneririz:

“... İşçi hareketinin bazı önemli merkezlerinden, örneğin Petersburg’dan gelen haberlere göre, işçiler genel ve eş zamanlı bir davranışın gerekliliği düşüncesini sadece kolaylıkla ve hızla kavramakla kalmamışlar, aynı zamanda kararlı bir mücadele eyleminde de ısrarlı olmuşlardı. Duma’nın dağıtılması vesilesiyle (bir ya da üç günlük) bir gösteri grevi yapma yönündeki talihsiz düşünce -bu düşünce bazı Petersburglu Menşeviklerde belirmişti- işçiler arasında en sert bir direnişle karşılandı. Güvenilir sınıf içgüdüsü ve bir çok kez ciddi mücadeleler vermiş insanların deneyimi, şimdi söz konusu olanın artık bir gösteri olmadığını hemen gösterdi. Gösteri yapmayacağız dedi işçiler. Genel eylem anı geldiğinde amansız kesin bir mücadeleye gireceğiz. Gelen tüm haberlere göre, Petersburglu işçilerin kendi düşüncesi buydu. Onlar kısmi eylemlerin ve özellikle de gösterilerin 1901 yılından (geniş gösteri hareketinin başladığı yıl) bu yana Rusya’nın tüm yaşadıklarından sonra gülünç olacağını, politik krizin derinleşmesinin yeniden ‘baştan başlama’ olanağını ortadan kaldırdığını, barışçıl gösterilerinin, Aralık’ta keyifle kan içmiş olan hükumet için olağanüstü yararlı olacağını kavramışlardı.” (Seçme Eserler, cilt 3, sf 353)

Tarihi anıştırmalar çoğu kez yararsızdır, somut durumun ciddi ve kapsamlı bir analizi yerine kolaycılığa kaçma olanağı verir. Fakat bu pasajda Lenin, çok sert bir dizi çatışmadan geçmiş devrimci sınıfların genel bir karakterine işaret ediyor, sadece o döneme özgü bir duruma değil. Ekim devriminden hemen önce, ayaklanmaya karşı çıkmak için kitlelerdeki ilgisizliği öne süren kimi Bolşevik önderlere, 1906’da tanık olduğu bu eğilime işaret ederek yanıt veriyor.

Bu topraklarda, bu zaman, gerçekten, gerçekten de, genel eylem anı geldiğinde devrimci sınıfların amansız bir mücadeleye hazır olmakla birlikte, kararlı bir mücadele ve zafer için proleter öncünün desteğine ihtiyacı olacağını öne sürerken, hangi olgulara dayanmaktayız?

Herkesin açıkça görebildiği, bu yüzden en kabul edilir olgudan başlayalım: Dinci-faşizm, ne denli küçük olursa olsun, her eylemde “yeni bir Gezi kalkışması” görüyor; bunu açıkça ilan ediyor, savcılar iddianamelerine yazıyorlar. Yoksa dinci-faşizm, yığınları yeni bir Gezi ile korkutuyor olmasın?! Tanrı bizi bu ahmak fikirden uzak tutsun! Marx, Avrupa burjuvazisinin en büyük başarısını, pek çok yerde 1848 devrimlerinin anısını unutturmak olduğunu yazıyordu. Her egemen sınıf, halklar için gerçek bir bayram olan devrimleri ve ayaklanmaların anısını, tümden unutturmaya çalışır, onu her seferinde hatırlatmaya değil. Açık ki dinci-faşizm, ayaklanma kabusuyla yatıp kalkıyor ve bu korkuyu dışa vurmadan, faşist aygıtın tüm kurumlarının alarm halinde çalıştırılamayacağını biliyor.

Devrimci kitlelerin “genel ve eş zamanlı bir davranışın” gerekliliğine inançlarını anlamak için, bir dizi önemli olayda, hemen herkesin “yeni bir Gezi havası doğduğu”na ilişkin mesajlarını hatırlatmak yeter. Aradan geçen olaylarla dolu beş yıla rağmen, görülmemiş yaygınlığa ve ölçülere varan faşist teröre rağmen devrimci yığınlar bu beklentilerini canlı tuttular, ve defalarca yanıldılar. Ama onlar, reformist-oportünistler gibi, bozulmuş unsurlar değil, kendi inanç ve kanaatlerine sadık, dürüst emekçi unsurlardan oluşuyor. Umutlarını yitirmiyorlar çünkü böyle bir lüksleri yok, köklü ve acil sorunlarına yine köklü ve acil bir çözümün Gezi tarzı topyekün bir ayaklanmadan geçtiğini, kitaplardan değil, olaylardan öğrendiler.

Bu yüzden, sureti haktan görünebilmek adına kırk takla atan tekelci gerici parti CHP parlamentarizm hastalığının pençesindeki HDP, her seçim öncesi “asıl sorun, kitleleri sandığa gitmeye ikna etmek” itirafıyla işe başlamaz zorunda kalıyorlar. Bunu, 24 Haziran’da tek bir koşula bağlı olarak başarabildiler: Devrimci yığınlara, seçim sonuçlarını tanımama üzerinden “genel ve eş zamanlı bir davranış” sözü vererek. Mitinglere doluşan milyonlar, verilen bu sözün peşine düştüler, ayaklanma için hak ve meşruiyeti, sandığa attıkları oylarla satın almak istediler. Bir kez daha yanıldılar. Öfkeleri burjuva muhalefete ve reformizme dönüktü, ama öfkenin nedeni, sandıktan çıkan sonuç değil, verilen “genel ve eşzamanlı eylem” sözünün yerine getirilmemesiydi.

Bir devrim söz konusu olduğunda, binlerin, onbinlerin değil, bu topraklarda on milyonların tahayyülü işin içine girer ve en mükemmel örgütlülüğe sahip partiler bile, on milyonların tahayyülünün hangi olayda patlayıp hangi noktada geri dönülmez yola gireceğini önceden bilme şansına sahip olamaz. Bu yüzden, proleter öncüler, geleceğe dair beklentilerinde belirli bir ihtiyat payı bırakmak zorundalar. Bu ihtiyat payına rağmen, kesin bildiklerimizi ifade ederek bir sonuca varabiliriz: Ağır ekonomik yıkım ve yeni boyutlar kazanan doruk bunalımı, ‘genel ve eşzamanlı davranış’ arayışı içindeki devrimci yığınların cesaretini, cüretini, kararlılığını arttıran pek çok koşula sahiptir. Aşırı kutuplaştığı en sefil reformistler tarafından bile kabul edilen bir toplumda devrimci sınıflar, hasmının içine yuvarlandığı tüm zayıflıkları, tepedekileri kaçınamadıkları kavgaları, ekonomik yıkımın yarattığı cepheler arası kitlesel kaymaları ve kaynaşmaları elbette umut ve cesaretle izleyeceklerdir.

Proleter öncünün “aşırı iyimser” olduğunu öne sürenler, ne olayların bu derin yönlerini görebiliyorlar, ne de bir “gösteri” karşısında devrimci yığınların umutsuz yankılarının gerçek nedenini anlayabiliyorlar.

Umut Çakır