Yıka yıka ilerleyen ekonomik kriz, bir kez daha politik krizi, tepedeki doruk bunalımını keskinleştiriyor. Önceki doruk bunalımından farklı olarak bu kez tekelci sermayenin partileriyle sınırlı değil; bütün hayati çıkarlarıyla sermaye sınıfının bütün iri kesimleri, yağlı kemiği kim sıyıracak kavgasına yaralı kurtlar misali dalıyorlar. Doruk bunalımının yoğunlaşıp yayılmış bu yeni aşaması, farklı çıkar gruplarının birbirlerinin ipliğini pazara çıkarmak ve bu sayede emekçi sınıfların en geri bilinçli bölüklerinde bile ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmak potansiyeli taşıyor.

Evlere şenlik “enflasyonla mücadele programı”nın estirdiği kahkaha fırtınası esnasında, dinci faşizm İşbankası’na el koymak üzere yasa hazırlığına giriştiğini açıklayıverdi. Bunun CHP’ye yönelik bir adımdan ibaret olduğu sanılmasın, tüm bankalara yönelen açık bir tehdit sözkonusu. Bir süre önce TÜSİAD ve bankacılar kafa kafaya verdiler ve şöyle bir karar aldılar: Yalnızca 100 milyon dolar ve üstünde kredi borcu olanlar “yüzdürülecek”, geriye kalanlar boğulup gitsin diye kafalarına basılacak. Karar, en tepedeki bir avuç işbirlikçi tekelci dışında kalanların iflası demek. Ve fırtına koptu: Ankara Sanayi Odası Başkanı: “Bankalara verilecek teminatımız kalmadı, finansmana erişemiyoruz” derken, İstanbul Sanayi Odası: “Sırat köprüsünden geçiyoruz, bankalar süreci hiç anlamamış görünüyor” şikayetinde bulunuyordu. Pek çok sektörden patronlar “Mart ayını görebilen ayakta kalır” nakaratını yineliyorlar, bir cenaze marşının nakaratına benziyor.

Hükümet de Mart ayını görmek ve ayakta kalmak niyetinde ve çabasında. Yerel seçimlere güçlü girebilmek ve kendi rant tabanını bir arada tutabilmek için, bankaların sadece belli bir limit üstündeki kredi borçlarını değil, “bireysel krediler hariç, hiç sözü edilmiyor”, tüm ticari kredi borçlarının ertelenmesinde diretiyor. Ardı ardına çıkarılan kararname ve genelgeler, kendisi için oy deposu haline gelen, organize sanayi siteleriyle kaplı şehirlerin sermaye sınıfının su üzerinde kalmasına yönelik. Kısaca dinci-faşizm bankalara, “küçük büyük fark etmez, önce bana yandaş grupları kurtar” diyor, bankalar ise hükümete, “o zaman ticari alacaklarımı senden tahsil edeceğim” karşılığı veriyor. Kavganın hangi boyutlara varacağına dair ipucunu, ABD’li kuruluş Moody’s’den öğreniyoruz: “Hükümetin, mevduat sahiplerinin kendi döviz mevduatlarına erişmelerini sınırlama riski, hükümetin kendi borçları nedeniyle temerrüde düşmesi riskinden daha yüksek.” Daha açık bir ifadeyle söylenen şu: Dinci faşizm, kendi iflasını boynu bükük beklemektense, bankalardaki mevduat hesaplarına el koyacaktır… İşbankası’nı hedef alan girişim, bunun ilk önemli adımı.

Sermayeler arası hayati çıkarlara odaklanan bu kavga, tepedeki doruk bunalımına keskin hatlar kazandırıyor. Ayağı yanık enik misali tüm dünyada para arayan ve eli boş dönen dinci faşizm, banka kasalarına huruç ettiğinde, eline ne geçeceğini sanıyor? Orada, alacak pusulasını %30 aşan borç pusulalarıyla karşılaşacak. Bankalar, hükümetin dayatmalarına karşı dursa bile, iflas eden şirketlerin yarattığı çığın altında kalmaktan kurtulamazlar. Kavgayı giderek çığırından çıkaracak olan, işte tam da bu çözümsüzlüktür. Acı son yaklaştıkça panik artıyor, tehdit için sallanan satırlar boyunları biçmeye başlıyor. Belirtmek gerekir ki, bu kavga, ne kadar hayati çıkarlara odaklanıyor olsa da, devrim karşısında sermaye dünyasının birleşmesine engel olmaz ve olmuyor. Ancak böylesi birlik, içinde çok daha derin çatlaklar taşıdığı için, şimdi, eskisinden daha dayanıksızdır.

Tekelci sermaye yaşamsal çıkarları için birbirinin gözünü oyarken, proletaryanın önüne bir devrim için önemli fırsat kapıları açılıyor. Ancak, işçi sınıfı adına hareket edenler –en başta DİSK ve onun çizgisine destek veren tüm oportünizm- proletaryayı sendikalizme, kendi sınıf mevzilerini savunmaya mahkum eden “Faturayı Ödemeyeceğiz!” şiarı peşine düştüler. Oysa toplumsal devrim, işçi sınıfını sadece ekonomik korumaya alan sendikalist çizgiyle kazanılamaz. Proletarya, ancak, ezilenlerin ve tüm emekçi kesimlerin ekonomik, siyasi sorunlarına köklü ve acil çözümler vadeden bir programla devrim hedefine ulaşabilir.

Öte yandan, “faturayı ödemeyeceğiz” şiarı, işçi sınıfınını, böylesine yıkıcı bir krizden kayıpsız çıkarmayı garantilemiyor. DİSK ve çevresindekiler, “işten atmalar yasaklansın, ücretler düşürülmesin” diyor. Yıkıcı bir krizde böyle istekler, küçük burjuvalara özgü ham hayallerdir. Kriz anlarında emek ve sermaye arasındaki çelişki, birinin diğerine yaşam hakkı tanımayacağı ölçüde keskinleşir. Kapitalist krizlerin kaçınılmaz sonucu, toplu iflaslar, kitlesel işten çıkarmalar, geriye kalanların sefalet ücreti ve kölece sömürüye mahkum edilmesidir. Bu nedenle, ekonomik yıkım dönemlerinde bu türden sonuçsuz pazarlıklar ile oyalanamaz. Oyalamaya kalkanlar, eğer kendilerine sosyalist diyorlarsa sosyalizme ihanet ediyor, devrimci proletaryayı satıyorlar demektir. Söylediklerimizden, kriz anlarında işçi sınıfı ekonomik çıkarlarını hiçbir şekilde koruyamaz anlamı çıkmasın. Tersine, eğer proletarya kriz esnasında devrimci eylemler sonucu, sermaye egemenliğini yeterince sarsacak olursa, burjuvazi, iktidarı kaybetmemek adına, ekonomik tavizler verebilir. Ancak bunun yolu sendikalizmden değil, proletaryanın iktidarı zor yoluyla fethetmeyi amaçlayan hareketinden geçer.

Kriz proletaryaya, tüm emekçi nüfusu kendi öncülüğü altında birleştirme fırsatı sağlıyor. Doruk bunalımı, ya doğrudan banka hesaplarına el koymakla sonuçlanacak ya da en tepedeki bir avuç tekelin dışında kalan tüm küçük ve orta mülk sahiplerinin dört dörtlük yıkımına yol açacaktır. Küçük mülk sahiplerinin radikal biçimde sola doğru yalpaladığı bir dönem aranırsa eğer, işte o dönem, böylesi derin ve yıkıcı kriz dönemleridir. Proletarya eğer bu küçük mülk sahiplerinin karşısına sendikal çıkarlara hapsolmuş dar sınıf programıyla çıkarsa, kalabalık küçük burjuva kitleleri dinci-faşizmin demagojisine terk etmiş olur. Komintern, faşizmin bu demagog özelliklerine dikkat çekmişti. Bu değerli komintern derslerini, tam hatırlanması gereken günde unutmak, II.Enternasyonal’in batık oportünizminin izinden yürüyenlere özgü bir zavallılıktır.

Küçük üretici köylülüğün çığlığı, ulusal ajitasyona eski refleksi göstermeyen ama sınıfsal çağrılara duyarlı hale gelen Kürt halkının birleşmiş öfkesi, kış ortasında açlık ve salgın tehditlerine maruz kalacak kentlerin en yoksul tabakaları; başeğmeyen kadınlar, gelecekten umudunu kesip eğitimlerinden vazgeçen gençlik; toplumsal devrimin herkesçe kolay kavranabilecek kalınlıktaki programını kitlelere sunan proleter öncünün, “Bütün İktidar Emeğin Olacak” şiarı altında birleşebilir. Bu denli öfkeli bir kalabalığı, ancak bu şiar bir araya getirme gücüne sahiptir.

Kriz, üzerinde “Bütün İktidar Emeğin Olacak” yazan kızıl bayrağın altında proletaryayı ve diğer emekçi kesimleri toplanmaya zorluyor, toplumsal bir devrimin kapılarını sonuna dek açıyor. O kapıdan, yalnızca iktidarı zor yoluyla fethetme iddia ve cüretine sahip olanlar geçebilir, meseleyi fatura ödememekle sınırlayanlar değil. Şimdi bu cüret, proletaryanın öncüsüyle sınırlı değil. Dinci-faşizme karşı duyulan ölümcül öfke, son derece kutuplaşmış bir toplum arenasında, bu cüreti göstermeye hazır ve eğilimli olanların sayısını milyonlar katına taşıyor. Devrimci milyonlar, birikmiş öfkelerine akacak bir kanal arıyorlar, o kanalı “faturayı ödemeyeceğiz” şiarının zavallı iddiasında değil, “Bütün İktidar Emeğin Olacak” şiarında bulacak, girişecekleri geri dönüşürüz mücadelede, zaferin güvencesini, bu şiarın özetlediği toplumsal devrim programında bulacaklardır.

Umut Çakır