Yeni havalimanında eylem yapan inşaat işçilerinin; oğluna okul kıyafeti alamayınca intihar eden babaya dair haber yapan gazetecinin ve ekonomik yıkım üzerine bir mesaj atan HDP’li yöneticinin başına gelenler, şöyle bir tespit yapmaya imkân sunuyor: neredeyse tüm bozkır öylesine tutuşmaya elverişli ki, uçuşan kıvılcımları daha yere düşmeden havada yakalamak için tüm faşist aygıt teyakkuz halinde. Umutsuz, çaresiz bir çaba!

Kararsızların, sandık yoluyla bir şeyleri değiştirmeyi umanların tüm hayallerini yıkan 24 Haziran’dan sonra, devrimin cephe hattında herkes yeni bir Gezi’nin yolunu gözlüyor, her küçük kıvılcımdan ayaklanma ateşini harlamasını bekliyor; umut dolu taşkın bir öfkeyle. Karşı-devrim de aynı beklenti içinde, hazırlıklarını tümüyle bu topyekün karşı saldırı ihtimaline göre yapıyor, faşist aygıtı, jandarması, polisi, adliyesi ile teyakkuzda tutuyor; bir telaş bin korkuyla.

Sınıfların karşılıklı ilişki ve mücadelesine damgasını vuran bu denge, devrim hattındaki kararlılığı arttırıyor. Karşı-devrim saflarında ise, ölümcül bir son korkusu, bolca çatlaklar üreten kararsızlıklar yaratıyor. Her an parlayan yeni bir kıvılcımın peşinden koşan faşist baskı aygıtı yıpranıyor, yoruluyor, orada bastırdığı bir gelişmenin burada ortaya çıkması karşısında morali bozuluyor; daha düne kadar kendisine destek sunan kesimlerden yükselen homurtuları duyuyor ve sırtının pek de güvencede olmadığını kavrıyor. Bir yanda ayaklanmanın her şeye değer umudu, diğer yanda ölümcül telaşı…

Nihayet bir gazeteci, Ankara’da “bürokrasinin tek umudunun, yeniden AB hayallerini canlandırmak olduğunu yazdı. Bu, tek başına olağanüstü baskının işlevini yerine getiremediğine; yığınları kararsızlığa sürükleyecek, sanki dünyanın en önemli meselesiymiş gibi küçük meseleler üzerinde pazarlıkları kızıştıkça devrimci enerjiyi boşa tüketmek gibi, bilinen “politik çevirme” manevrasına ihtiyacın doğduğuna işaret ediyor. Lakin aceleci sonuçlara varmayalım. Her ne kadar dinci-faşist basın “Yeniden Reformlar Dönemi” manşetleri atıyor olsa da, işleri 2004-2012 dönemi denli kolay değil. Resmi faşist terör ve baskının çıtası o denli yükseldi ki, bu yüksek barajın ardında fazlasıyla devrimci basınç birikti. Eğer yeniden boş vaatler salatasına dönülecek olursa, bu manevranın devrim saflarındaki yankısı ve etkisi, boş vaatlere “yetmez ama evet” ahmaklığında olmayacak. Çünkü devrim saflarında hizaya giren emekçi sınıflar dinci-faşizme karşı öylesine katı bir güvensizlik ve kararlı bir nefretle dolu ki, her vaat girişimi, bu saflarda “bükemediğin eli öpmek” biçiminde kavranacak, barajdaki bir çatlak gibi görünecek.

Dinci faşizmin bir kez daha AB (esasta Almanya) ipine sarılma isteği, aynı zamanda, ekonomi cephesinde yaşadığı yenilginin itirafıdır. Dinci faşizm, sermayenin her hükümeti gibi, ekonomik krizden kendine en yakın tekelleri servete boğmak amacıyla yararlanma hesabı yaptı. Fakat hesaplar boşa çıktı. Güya hiçbir şey olmuyor, her şey psikolojik bir algıymış gibi davranacaklar, iflas eden şirketlere kendi yandaşları adına tek tek el koyacaklardı. Ne var ki, iflas yarışında ipi önce yandaşlar geçti. İnşaat, enerji, perakende… eğer alelacele çıkarılan bir kararnameyle “teknik iflas” yasaklanmasaydı, hepsi bankalar önünde iflas kuyruğuna girecekti. Bu tehlike henüz geçmiş değil. O yüzden RTE, yakın geçmişte savurduğu hakaretleri unutup, Merkel’in önünde diz kırmaya koştu. Merkel ona, ekonomik ve siyasi bir talimatname sundu ve cevabını hemen istediği için RTE’yi ertesi sabah kahvaltıda ağırladı: Boğa tam da boynuzundan yakalanmış gibi, efendisi önünde uysallaşan boğa, ahıra girdiğinde terör estirmekten kaçamaz.

Meselenin sermaye açısından trajik yönü şu: Emperyalist efendilerin sunduğu ekonomik program, tıpkı 24 Ocak kararları gibi, ancak askeri cunta koşullarını aratmayan bir baskıyla uygulanabilir. Oysa sunulan politik program, vaadler ve boş beklentiler üretecek politik bir çevirmeyi esas alıyor. Sermaye dünyasının bu trajedisi, bu toprakları sarsan devrim fırtınasının, bırakın dinci faşizmi, emperyalist efendiler tarafından bile kontrol altına alınamayacak bir düzeye ulaştığına vurgu yapıyor.

Fırtınayı bu denli korkutucu hale getiren, onun sınıfsal niteliğidir. Bu kez önümüzde “proleter bir Gezi” beliriyor. Son birkaç yılda şunu açıkça görme olanağı bulduk: Dinci-faşizmle nihai bir hesaplaşmayı vadeden her eylem milyonların katılımıyla sonuçlandı. Bu hesaplaşmanın sandık yoluyla denenmesi, bu iktidarı zor yoluyla defetme kanaatini sağlamlaştırdı yalnızca. Öte yandan, kısmi protestolar, kısmi haklar için yapılan çağrılar sonuçsuz kaldı. Tanıklık ettiğimiz bu olgunun altında yatan asıl nedene başından beri işaret ediyoruz. Devrim, protestoya, savunmaya, haklar ve mevzileri korumaya kilitlenmiş küçük burjuva deriyi, sancılı bir dönüşümden geçerek atmaya çalışıyordu. Bu konuda yeterince mesafe kaydedildi ve devrim, proletaryanın amaçları ve şiarları için hazır hale geldi. 3. Havalimanı eylemine faşizmin gösterdiği aşırı telaşlı refleks bu kanaatimizi doğrular nitelikte.

3.havalimanında bir an için de olsa çakan kıvılcımın bir başka açıdan taşıdığı önemin altını çizmeden geçmeyelim. O dev inşaat alanı, tekellerin işçi sınıfını kontrol altında tutma yollarının koca bir laboratuvarı işlevi gördü. On binlerce işçi, en uzak illerden toplanıp getiriliyor, yüzlerce taşeron yapısı altında bölünüyor, bir kapıdan yüzlercesi atılırken öbür kapıdan yeni işçi alınıyor. Dahası, Kürt’ün karşısına Laz’ı, İzmirlinin karşısına Yozgatlıyı çıkartarak, nüfusun aşırı kutuplarda toplanmasını kendi lehine çeviriyordu. Tek bir eylem, sermeyenin bütün bu yöntemlerini bir anda boşa düşürdü. Eylemin ağır baskılar karşısında sürdürülememiş olması, ortaya çıkardığı dinamikler yanında önemsizdir. Proletarya, kritik anlarda, üstelik çok hisli, adeta içgüdüsel bir itkiyle, birliğini ve dayanışmasını örme kapasitesini sergiledi.

Bunun önemini, herkesten çok, bilinçli işçiler kabul edecek ve kavrayacaktır. Çünkü son yıllarda proleter sınıf hareketinin önündeki en büyük engel, ancak sınıfın birliğine ve dayanışması üzerine yükselebilen özgüven eksikliğidir. Bilinçli işçiler eyleme geçtiklerinde, arkalarında tüm arkadaşlarını görmek isterler, oysa son yıllarda dinci faşizme oy vermekle açıkça övünen o kadar çok işçi vardı ki, bu özgüveni duymak zorlaşmıştı. 3. havalimanında yaşanan o kısacık kıvılcım, öncü işçilerin 90’lı yıllarda taşıdıkları özgüveni yeniden tesis edecek önemdedir. Leninistler, bilinçli işçilerde uyanan bu özgüveni tüm sınıfa yaymak için, onlara yardımcı olmakla yükümlüdürler.

Umut Çakır