İstanbul'un orta yerine hançer bile değil, gövdesini boydan boya yaran bir kılıç saplanıyor. Meclisten alelacele geçirilen bir yasayla Kanalİstanbul, yap-işlet-devret modeline kavuştu, artık Hazine garantili. Maliyetinin ne olacağına dair bugüne kadar tek bir söz edilmedi, demek ki, şu ana dek görülmemiş ölçülerde bir emlak spekülasyonuna kaynaklık edecek. Proje, büyüklüğü oranında, sınıflar mücadelesinin bir odağı haline gelecek.
Kanalİstanbul ihalesi, henüz yapılmadı, ancak ihaleyi kimin alacağı şimdiden belli. 3. Havalimanı'nı kimler yapıyorsa ihale de bu şirketlere servis edilecek. Zaten projeyi 3. Havalimanı inşaatının bitimine denk getirmenin nedeni bu. O inşaat bittiğinde onbinlerce hafriyat kamyonu ağır iş makinaları, vinçler kredilerle satın alınıp bir araya getirilen, organize edilen ve yetkinleştirilen tüm o ekipmanlar, kendi maliyetlerini, süreklileşen dev projeler zinciriyle karşılayabilirler. Meselenin bir de kredi boyutu var ki, bu zincirin kopmasını zorunlu kılıyor. 3. Havalimanı başlarken alınan borç kredilerinin ilk dilimlerinin geri ödenmesi, daha piste uçak tekeri değmeden başladı. Böyle bir kredi döngüsü yine ancak, başka bir kredi dilimiyle ödenebilir. Kanalİstanbul, bu kredi döngüsüne hapsolan bu zincir kırıldığında borç yığını altında ezilip gitmesi kaçınılmaz inşaat sektörünü kurtarma girişimidir.
Bununla beraber, sözünü etmeden geçmeyelim, Kanalİstanbul'un yalnızca bir projeden öteye geçememe durumu var. Çünkü, kamuoyuna açıklamaktan bile korkulan ölçüde bir maliyete sahip bu proje için dünyadan borç toplamak eskisi kadar kolay değil. Bu kez Hazine'nin ipotek edilmesi de işe yaramayacak. Bunun yerine Varlık Fonu devreye sokulacaktır. Yani, Kanalİstanbul uğruna artık, ipotek konulmuş THY uçakları ile uçacak her an el konulabilecek trenlere binecek, bu kaderden PTT ve diğer işletmeler de kaçamayacak. Burjuvazinin "soyut kolektif" bedeni olan devletin bağırsaklarına yediği her şeyi emen bir koca solucan yerleşiyor.
Aynı konuda dikkat çeken bir gelişme daha var. Çok değil, yakın zamanda Sabancılar, ellerindeki üç çimento fabrikasını satışa çıkardılar. Tekelci sermayenin, burnu en iyi koku alan bu baronları çimento üretiminden çekiliyorsa, ciddi bir nedenleri olmalı: İnşaat sektörünün, sonu gelmez kredi borçları zincirini artık daha fazla taşıyamayacağını biliyorlar ve Kanalİstanbul'un geleceğini hiç de parlak görmüyorlar.
Projenin ekonomik boyutundan daha çok, siyasi boyutu önem taşıyor. Bu siyasi boyuta iki açıdan bakmak gerekiyor. Birincisi; dinci faşist iktidarın temel taşıyıcı kolonu olan inşaat AVM blokuna dairdir. İkincisi; süre giden uzun iç savaşı ilgilendiriyor. Dinci faşizmin hangi yollardan inşaat-AVM bloğundan beslendiği, konuya dair pek çok makalede ele alındı, burada aynı şeyleri tekrar etmeye gerek yok. Sadece şunu belirtmekle yetinelim: Kanalİstanbul, dinci faşizmin iktidarını koruma refleksinin bir ürünüdür. "Harç bitti, yapı paydos" dendiğinde dinci faşizmin dayandığı servet tekeli yıkılır. Soyut kolektif kapitalist beden, kendi bağırsaklarına o koca solucanı boşu boşuna yerleştirmiyor, yoksa kan akışı duracak, kalp tekleyecek.
Burjuvazinin kent imarını, iç savaş temelinde ele alması marksizmin klasik eserlerini okuyanlar için şaşırtıcı değil. 1848 barikatlarından sonra Paris baştan başa geniş bulvarlar ile bezenmişti, proletarya bir daha barikat kuramasın diye. Kanalİstanbul da benzer bir yaklaşımın ürünüdür. Böylece, proletaryanın başkenti üçe bölünmüş olacak. Beylikdüzü Bakırköy'den Esenyurt Gazi'den koparılacak. Eşsiz manzaralı Boğaz'ın Gezi ayaklanmasında yarattığı doğal engelleri hatırlayalım. Ayaklanmanın en kritik anlarında, Anadolu yakasında toplanan dev kalabalıkların en kritik merkeze gerekli desteği sunma imkanı verilmemişti. Böylece ayaklanma kuralı olan "belirleyici yer ve zamanda, belirleyici güç toplama" imkanı, büyük zorluklarla karşılaşmıştı. Burjuvazi her adımını süre giden uzun iç savaştan çıkardığı hayati derslere göre atıyor.
Projenin yaratacağı çevresel tahribat, en kötümserlerin fantezi dünyasını bile aşar, meselenin bu yönünü pek çok insan zaten şimdiden biliyor. Bu bilincin yükselttiği öfke, mutlak surette hesaba katılmalı. Öte yandan projeye karşı yürütülecek bir kitlesel hareketin hedef noktası, çevresel etki boyutu olmamalı. Çünkü sınıflar mücadelesinde karşılıklı dengelerin ulaştığı düzey genelden soyutlanmış tek tek sorunların çözümü noktasını çoktan aşmıştır. En başta devrimci milyonlar ve bu çerçeveyi aşan çok daha geniş bir emekçi yığını dinci faşist iktidardan kurtulmanın yol ve yöntemini aramakta, her meseleyi bu göreve bağımlı kılmak gibi apaçık bir eğilim içindeler. Bu apaçık eğilim, mevcut hükümetten kurtulmak biçiminde de olsa, iktidarın zorla fethi ana sorununu milyonların gündemine sokuyor. Bu nedenle, iktidarın zorla fethi ana meselesinden koparılmış bir çevresel hedefli hareket, hedeflenen kitleyi harekete geçirmeye yetmez.
Devrimin ileri bilinçli yığınları, tıpkı Gezi'de olduğu üzere bu devasa yıkım projesini genel bir ayaklanmanın uygun bahanesi olarak görüp kabul etmeye hazır. İleri bilinçli yığınlara, bu projenin iç savaşla ilişkisini açıklamak ve açılan bu kanalın ne yazık ki, Neva nehri gibi soğuktan donduğunda üzerinden yürüyerek geçilebilen bir yapı olmadığını hatırlatmakta yarar var. Gezi'nin en önemli dersi olan "kritik anda, sonucu belirleyecek yere, sonucu belirleyecek güçleri yığmak" prensibi, devrimci yığınların kafasında tam anlamıyla yer etmelidir. Bunun dışında kalan, henüz mevcut hükümetten ölesiye nefret etmek dışında net, tutarlı bir politik görüşe sahip olmayanlara ise söylenecek şey bellidir: Nefret ettiğiniz dinci faşizmin kalbini durdurmak istiyorsanız bağırsaklarını tekmeleyin.
Umut Çakır