Marx’ın tarihteki büyük olayların, ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak tekrar ettiğine dair sözleri iyi bilinir. Bu toprakların yoğun çatışmalarla örülü uzun iç savaş tarihinde ise olayların iki kez tekrarı yetmiyor. Ama ne trajik ne de komik. Sadece dramatik.

İmralı’dan bir kez daha “tarihi çağrı” geldi hem silahlar bırakılacak hem de örgüt feshedilecek. Beklendiği üzere, çok kısa sürede UKH liderliği çağrıya uyacağını bildirdi. Elbette tekelci sermayenin ve onun dinci-faşist iktidarının etekleri zil çalıyor. Bahçeli hemen telefon trafiğine daldı, sağa-sola “barış halayları” randevusu verdi. TÜSİAD’dan MÜSİAD’a kadar bilcümle sermaye sözcüleri, yeni durumun yatırım ortamına getireceği rahatlamanın hesabına koyuldular. Fakat, tüm bu mutlu-mesut manzarayı esastan bozan bir olgu ısrarla gözden kaçırılıyor. Amed ve Van’da çağrıyı dinlemek için alanları dolduran halkın yaşadığı hayal kırıklığı ve kuşkusuz hayal kırıklığına eşlik eden o dile gelmeyen öfke. Bu kırgınlığın “tarihi” sonuçlarına kısa sürede şahit olacağız.

Ancak biz “tarihi” diye nitelenen çağrının ilk kez dile getirilmediğini hatırlatarak başlayalım. Tarihten ders alınsaydı, tekerrür etmezdi diye, can sıkıcı kesinlikle amiyane bir ifade vardır. Şimdi, can sıkıcı bile olsa, bu ifadenin tam zamanı. Benzer çağrı ve beklentilerin, uzun iç-savaş boyunca, en az dört kez yaşandığını ve her seferinde uzlaşma beklentilerinin tam tersi sonuçlara vardığını belirtelim. İlk ateşkes ve uzlaşma çağrısı, 1993 Newroz’unda gelmişti; ikincisi 1999’da Öcalan’ın tutsaklığı sonrasında geldi, üçüncüsü 2009 yılında Oslo görüşmeleriyle başladı ve uzatmalı süreçlerle dördüncü çağrıya, 2013 Newroz’una bağlandı. Ancak, her seferinde beklenen sonucun tam tersinin yani silahların yeniden devreye girmesi ve mücadelenin daha şiddetli, daha yaygın hale gelişinin “gizemi”, uzun iç savaş tarihinde kısa bir gezintiyle aydınlatalım.

 

Dramatik Döngüler

1993 Newroz’unda ilan edilen ilk uzlaşma ve ateşkes süreci, diğerlerine nazaran oldukça kısa sürmüştü, aynı yılın yaz aylarında çatışmalar her alana yayılmıştı. UKH’yı Newroz ateşkesine ikna eden kişi, o zamanlar Cumhurbaşkanı T. Özal’ın özel kalem müdürü gibi çalışan Celal Talabani’ydi. ABD’nin Bağdat’ı cehenneme çevirdiği I. Körfez Savaşı sona ermiş, Irak’ın kuzeyinde, Güney Kürdistan’da ilan edilen uçuşa yasak bölgeyle, fiilen bir Kürt özel bölgesi ortaya çıkmıştı. Bu kadarı bile, Kuzey (Bakur) halkında yeterince uyarıcı olmuştu ve ilçelerde birbiri ardına patlak veren serhıldanlar, birleşik bir ayaklanmayı gündeme getirmişti. 93 Newroz’una işte böyle bir fırsat gözüyle bakılıyordu. UKH, ilan ettiği ateşkes ve uzlaşma çağrısında bu önemli fırsatı kendi eliyle tepti. Takip eden günlerde, devrimin Türkiye ayağında önemli gelişmeler kaydedildi. Sivas katliamıyla kabaran kitle hareketi, 1994 ekonomik çöküşüyle emekçi sınıfların tümüne yayıldı ve yükselen kitle eylemi 1995 Gazi Ayaklanmasıyla zirveye taşındı. Birleşik devrimin Kürdistan ayağı, kendi zirvesini 1993 yılında görürken, Türkiye ayağı ancak iki yıl gecikmeyle onu izlemişti.

İkinci ateşkes Öcalan’ın tutsaklığı sonrası, 1999 Ağustos ayında ilan edildi. Çağrı öncesi, İmralı’ya ordu üst kademesinin ziyaretleri dikkat çekiyordu. Ve bir kez daha “tarihi” ilan edilen çağrı, hemen UKH liderliğinde kabul gördü. Öcalan, tıpkı bugünkü gibi önce silahlı unsurların Türkiye’yi terk etmesini ve bunu takiben toplanacak kongrede silahların bırakılıp örgütün feshedilmesini istemişti. Oysa Kürt halk hareketinde beklenmedik bir sıçrama yaşanmıştı; bu kez Rojhıilat-Rojava dahil, dört parçada birden birleşik bir isyan dalgası ortaya çıkmış, Avrupa’dan Japonya’ya kadar nerede bir Kürt varsa, ulusal kurtuluş uğruna kendini ateşe atmaya başlamıştı. Fakat çağrıyla birlikte kitlesel hareket aynı hızla o zirveden geriye doğru çekildi. Ve -evet bildiniz- takip eden aylarda, bir kez daha derin ekonomik bir çöküş ve Türkiye ayağında kitle hareketinin yeni zirvesi, 2001 krizi öyle şiddetli bir sarsıntı yaratmıştı ki, Sabah gazetesi baş yazarı “Tam bir devrim durumu” itirafını kaleme almak zorunda kalmıştı. Birleşik devrim dinamikleri, bir kez daha, aynı zirvede buluşamadı. 99’da bu zirveyi gören Kürt halk hareketi, Türkiye’de 2001 kriziyle yaşanan zirveyi uzaktan izledi.

Bu arada, İmralı’dan gelen çağrıya uyan örgüt, 8. Kongre’yi toplayıp kendini feshetme ve yerine bir kongre yapılanması olan KADEK’i geçirdi. Kongre programında, sınırların değişmediği bir demokratik kurtuluştan bahsediyor, bir iktidar hedefi güdülmediğini ilan ediyordu. Bu ara dönem, atılan adımların keskinliğiyle uzadı, ancak 2004 Haziran’ında sona erdi. Çünkü Kürt halk hareketi bir kez daha büyük bir canlanma içine girmişti. Saddam iktidarını deviren ABD işgaliyle Irak bölünmüş ve Başur’da bir federasyon yapılanması ortaya çıkmıştı. Bu dış gelişmenin Bakur’a yansıması Siirt ve Hakkâri gibi kent merkezlerini silip süpüren serhıldanlar dizisi oldu.

2009 Oslo görüşmeleri, doğrudan 2008 dünya krizinin gölgesinde ve etkisinde başladı. Cumhurbaşkanı A. Gül, durduk yerde “Kürt sorununda iyi gelişmeler olacak” deyiverdi. O dönem bir partinin başında bulunan kan içici M. Ağar bile “Ovada siyaset” müjdeleri vermekle meşguldü. Ne de olsa dünya kapitalist sistem krizi Türkiye ekonomisini de vurmaya başlamış, emekçi kitle hareketini ateşlemişti. Bu ateş içinden geçen Türkiye devriminin kitlesel hareketi, 1 Mayıs alanı olarak Taksim’i özgürleştirmişti. Ancak, o çok korkulan küresel krizin bu topraklarda beklenenden daha az etki yaratacağı anlaşılınca, bu üçüncü “ateşkes-uzlaşma” süreci akamete uğradı.

Ekonomik yıkım beklenen derinliğe ulaşmadı ama bu kez dünyadan bu topraklara, canlı yayın devrim görüntüleri ulaştı. Muhteşem 2011 yılıyla birlikte, herkes Tunus’u, Mısır’ı konuşuyor ve birbirine “Bizim Tahririmiz ne zaman?” diye soruyordu. Türkiye devrimi, o muazzam zirvesine, Gezi Ayaklanmasına dolu dizgin ilerlerken, Kürdistan devrimini de bu zirveye ortak edebilecek gelişme Rojava’dan geldi. Ve -artık şaşırmıyoruz- bir kez daha, hükümetin inisiyatifiyle dördüncü uzlaşma-ateşkes dönemi, şu kötü ünlü “Açılım Süreci” başlatıldı. Yine benzer “tarihi” çağrılar ve yine “Barış halayları”na dair nutuklar ortalığı kapladı. Türkiye devrimi Gezi ile kendi zirvesine koşarken, Açılım sürecinin etkisindeki Kürdistan, buna ancak bir yıl gecikmeyle, 2014 Kobani Ayaklanmasıyla cevap verebildi. Bu ayaklanmadan sonra Açılım süreci fiilen sona ermiş bulunuyordu ve resmi ilan için 2015 beklenecekti.

 

Dersler

Bu kısa tarih okumasından, ilk anda görülebilecek denli açık birkaç dersi kayıt altına alalım.

1. Her ne kadar iç içe geçmiş de olsa, uzun iç-savaş ve devrimci durum, kimi tarihi süreçlerde farklılaşan dinamikler üzerinde şekilleniyor. Birleşik devrimin her iki ayağına da egemen olan uzun iç-savaş, son otuz yılda temposunu Kürdistan ayağına göre ayarlıyor. Normal bir durumdur, çünkü devrimin -örgüt ve silah olarak- ağırlık noktası oradadır. Ve Kürdistan devrimi, sınıfsal temelin yanı sıra, ulusal temeli barındırıyor. Anlamı şu: Buradaki hareket diğer parçalardaki gelişmelerden hızlıca etkileniyor. Türkiye devriminde ise sınıfsal temel ön plandadır ve o hemen her seferinde, derin ekonomik yıkımlarla ateşleniyor; birleşik devrimin Türkiye ayağındaki kitle hareketinin dalga boyu, doğrudan ekonomik yıkımın çapının damgasını taşıyor.

2. Birleşik devrimin Kürdistan ayağı iç-savaşın temposunu belirlerken, Türkiye devrimi ise, iç savaşın doğrudan etkisi altında, ekonomik krizlere göre temposunu ayarlayan bir devrimci durumdan besleniyor. Birleşik devrim, aynı temele dayanan fakat farklı dinamikler de taşıyan iç savaş-devrimci durum salınımında bir “senkronizasyon” sorunu yaşıyor. Kürt halkının genel hareketinin zirvesi ile Türkiyeli emekçilerin genel eylem zirveleri, çoğu zaman üst üste binemeyen, ama birbirini uzun ve kısa aralıklarla izleyen bir süreçler dizisine sahne oluyor.

3. Bu “senkronizasyon” sorununda, ne yazık ki, UKH’nin hep “tam zamanında” girdiği uzlaşma süreçleri ve “tarihi” denen çağrılar etkili oluyor. Bu devrim eğer uzun iç savaştan geçiyor ve onun içinde biçimleniyorsa, öznel öğelerin yapacağı güç hesapları, her zamankinden daha önemli hale gelir. Uzun döneme yayılan, dağılan güç birikimlerini toparlamak için öznel etken harekete geçmiş olmalı, tayin edici bir zamanda ve tayin edici yerde üstün güçleri bir araya getirebilmek, stratejinin temel hedefi olmalıdır. Yoksa, uzayıp giden çatışmalarda, bir yanda dağılma, diğer yanda toparlanmayı görmek şaşırtıcı olmaz. Güçlü bir karşı-devrimci desteğe sahip faşist bir iktidarın sırtını yere getirmek, ancak Türkiye ve Kürdistan genel halk hareketlerinin yaşadığı zirveleri üst üste bindirebilmekle mümkün olur.

Buraya kadar çıkarılan dersler, tarihi okumanın içinden, kendiliğinden çıkan dersler. Fakat, güncel gelişmeleri tartışırken, özellikle dördüncü derse dikkat çekmek isteriz. O da şudur:

4. Tarihin okumasında dikkat çekici bir yön, tüm ateşkes-uzlaşma süreçlerinde, ilk inisiyatifi alan tarafın egemen sınıf ve iktidar tarafı olmasıdır. Kimi zaman tehdit, kimi zaman rica-minnet, ilk adım hep o taraftan geliyor. Diğer dikkat çekici yan; her “ateşkes-uzlaşma” denemelerini ya bir ekonomik yıkım takip ediyor ya da çok güçlü bir kitle kalkışması. Bu iki dikkat çekici olgu, aynı yöne işaret ediyor: Tekelci sermaye, yönetici sınıf birikimiyle, ekonomik yıkım dalgasını da, bir toplumsal patlamayı da önceden görebiliyor. Bu sayede “ateşkes-uzlaşma” inisiyatifini tam zamanında ortaya koyabiliyor. Yeterli deneyime sahip bir egemen-burjuva sınıf için, ekonomik yıkımın gelişini öngörmek zor değildir; hem bu türden yıkımlar dizini çokça yaşanmıştır, oradan bilinir, hem de çoğu kriz zaten aylar öncesinden ekonomik göstergelere yansımaya başlar. -Bir patronun yakın zamanda dile getirdiği “Kamyon endeksi” gibi- Toplumsal patlamayı öngörmek daha zor görünse de, Türk tekelci sermayesinde ekonomik yıkım anlarının böylesi patlamalara yol açtığı deneyimi yeterince mevcut. Üstelik, politik dengeler yönünden, genel bir hesaplamanın kaçınılmazlığını ele veren bir olgu, şaşmaz bir işaret işlevi görür: Bu noktada artık faşist baskı bir işe yaramıyordur. Ve devrim ise henüz hiçbir derin-köklü özlemine kavuşamamıştır. Böylesi “pata” durumları, dünya tarihinin defalarca kanıtladığı üzere, genel hesaplaşmanın önünü açar.

 

Kısır Değil, Yükselen Döngü

En genel biçimde ve basitçe özetlediğimiz dört tarihi dersten sonra, 27 Şubat çağrısının hangi bağlama oturduğunu anlamak kolaydır. Bir kez daha, sanki tarih tekerrür eder görünüyor. En azından, tekelci sermayenin hedefi bu: Birleşik devrimin iki ana ayağının aynı zaman diliminde zirveler görmesini önlemek. Görünüyor diyoruz, çünkü son söz, Kürt halkının sözü, henüz söylenmedi. Muhtemelen Newroz, bu yönlü güçlü işaretler verecektir. Çağrıdan egemen sınıfın duyduğu memnuniyetin sebebi bellidir. Ekonomik buhran ve sınıflar mücadelesinin “pat” durumu (ki, TÜSİAD bildirisinin esas içeriği bu duruma dikkat çekmekti) devrimin Türkiye ayağında yeni bir zirveyi hazırlıyor. Kürt halk hareketinin bu zirveyle örtüşüp birleşmemesi için alınan inisiyatifte, “Barış hayalleri”ne dair düş balonları uçuruluyor.

Gerçekte tarih tekerrür etmiyor; uzun iç savaşta gördüğümüz döngü kısır değil, her seferinde daha yüksek perdeden açılışını yapıyor. 93’deki ateşkes sürecinde ve sonrasında, bir yanda tespih tanesi sıralanan serhıldanlar, diğer yanda Sivas Katliamı-Gazi Ayaklanması gibi yerel isyanlar bulunuyordu. 2001 kriziyle birlikte, belli bir sürece yayılan yerel isyan dalgalarının mevcut hükümetin gücünü sıfıra indirebildiği görüldü. 2013 Açılım Süreci boyunca ise artık birleşik devrimin her iki ayağında paralel bir gelişmeyle, genel ayaklanmalar dönemi açılmış. Ne büyük Gezi Ayaklanması 95 Gazi Ayaklanmasıydı, ne de Kobane günleri geçmişin serhıldanlarıydı. Artık genel hareket otuz yıllık bir birikim üzerine ve ötesine geçmişti.

Benzer düzey sıçramaları, harekete katılanların nitelikleri yani öznel öğenin bilinci için de geçerlidir. 94 krizinde halk hareketi esas olarak ”maişet” yani geçim derdini dile getiriyordu. 2001 krizinde öfke doğrudan mevcut hükümete yönelmişti ve siyasal bir ağırlık kazanmıştı. Gezi Ayaklanması ise, bir bütün olarak bir dünya görüşü yani hem siyasal hem kültürel bir yarılma yarattı. Kürt halkı ise, tüm bu uzun dönem boyunca, dağlarda sürüp giden kavgaya destek olma boyutundan, Kobane günlerinde olduğu gibi, “politikaya el koyma” aşamasına ulaşmıştı.

Kopup gelmekte olan patlama, tarihin bize kanıtladığı üzere, Gezi-Kobane günlerinin daha da ilerisinde, daha yüksek bilincin tezahürü olacaktır. Ve bu bilincin en parlak ışıltıları, Kürt halkından yansıyacaktır. Son “tarihi çağrı”nın, bir önceki tarihi 2013 çağrısı gibi coşkuyla karşılanmadığına şahit olduk. Amed ve Van meydanlarında toplanan kalabalıklar sessiz bir öfkeyle dağıldılar. Çağrının okunduğu salonda bulunan beyaz başörtülü Barış Annelerinde bile benzer tepkiler görüldü. Şahit olduğumuz şey, Kürt halkının “tarihsel belleği”ndeki bir kırılmadır; O bellek ki, şimdiye dek yaşanan 28 isyanın kanlı hatıralarından süzülmüştür ve Kürt halkına, eğer yok olmak istemiyorsan, tüm farklılıkları unutup bir önderin peşinden yürü emrini verir. Bugüne dek bu tarihsel bellek halkın direşkenliğinin dayanağı olmuştur, ama artık ayaklarına dolanıyor.

Her sınıfın birbirine tezat çıkarlarını korlaştırıp eriten bu ulusal birlik belleği, zamanında yerel ve aşiretsel farkları aşmak için zorunluydu ama gelinen aşamada, kimi temel gerçekleri göz ardı etmenin şalına dönüştü. Dinci-faşist iktidarın postallarını yalamaktan dili pas tutmuş bir aklı-evvel, 27 Şubat çağrısını yorumlarken, hemen Amed’de 5 milyon liralık dairelerle dolu sitelerden bahsetti; ona göre, böyle lüks bir yaşamın boy attığı bir kentte, kim “gerilla” yaşamına öykünebilirdi? İşte, Amed’in orta yerinde yükselen bu ultra lüks rezidanslar, açlığın ve sefaletin katmerlisini yaşayan Kürt halkının gözüne batmıyordu. Ulusal birlik ve onu temsil eden önderliğe dair çoğalan soru işaretleri, bu tarihsel belleğin kırılmasına yol veriyor ve milyonlarca yoksul Kürt emekçisini, ultra lüks rezidansların gerçekliğiyle baş başa bırakıyor. Sonucu tahmin etmek zor değil, Bugüne dek iki devrimin zirvelerinin senkronizasyonunda kaymalara neden olan ulusal dinamikler, yerini, tam da böyle bir senkronizasyonu yaratan sınıfsal dinamiklere bırakacaktır. Bu senkronizasyonu ters taraftan bozan Türkiyeli emekçilerin esiri olduğu sosyal şovenizm de aynı kırılmayı yaşayacaktır.

09.03.2025

Umut Çakır