Yılın son günlerinde İran’da patlak veren ayaklanma, titizliği hak eden derslerle dolu. Özgün pek çok yanı bulunduğu gibi, kısa süre önce Barzani’ye, şimdilerde Tunus’un AKP’sine yönelen ayaklanmalarla pek çok ortak yöne sahip.
Gezi ayaklanmasıyla beraber bu bir dizi yığınsal devrim örneği, emekçi milyonları eylem safında hizaya sokan dinamiklere, devrimin öncüleri ile devrimci milyonlar arasındaki ilişkinin yeni biçimlerini, özetle, 21. yüzyıl proleter devrimlerin taşıdığı muazzam potansiyele dair, pek çok olgu sunuyor. Mollaların burjuva rejimine karşı yıkıcı bir enerjiyle tarih sahnesine düşen ayaklanma, kimsenin beklemediği ve hazırlık yapmadığı bir anda çıktı. Bu beklenmedik durum, bir sürü gereksiz komplo gevezeliğin ortalığa saçılmasına vesile oldu. Bir kaç gün içinde tüm İran kentlerine yayılan ayaklanmanın hazırlayıcısı, çağrıcısı meçhul. Halk nasıl organize oldu, koordinasyon nasıl sağlandı? Komplo gevezeliğine prim vermeyenler için, bu sorulara "kendiliğindenlik" çerçevesi içinde cevap bulmak zor değil. Ancak, analizin tüm yükünü kendiliğindenlik mefhumuna bırakmak, bizi bir adım ileri götürmez. Kapitalist sistemin yıkımını hazırlayan tüm koşulları kapsayan nesnel gelişimin, proletaryanın diğer emekçi katmanlarla bağını ve bunun yanı sıra, tek tek bir bireyin sınıf aidiyetini şekillendiren bağları, yani öznel gelişimi hangi noktalara taşıdığını daha yakından incelemek gerek. Yıkımı koşullandıran nesnellik, yıkımı gerçekleştirecek öznel güçleri, nasıl bir araya getiriyor, organize ediyor ve eylemin koordinasyonunu sağlıyor? Cevaplarını aradığımız sorular bunlardır.
I
Tesadüfi değil, geçici hiç değil. 21. yüzyılda görülen yığınsal devrimlerde bize sonuçlarını gösteren bir dizi kalıcı, ısrarcı eğilimler mevcut. Bu eğilimler, biz onu tanımlamadığımız sürece, kör yasalar gibi kendilerini dayatmayı sürdürecekler. Ve her kör yasa gibi, hükmünü ancak kırıp dökerek, buna uygun davranmayan her faili sancılara boğarak açığa vuracak.
Doğada olduğu gibi, toplumun da yasaları diyalektiktir. Yeterince geniş tutulmuş her tarihsel kesitte toplumlar, "karşıtların sürekli çatışması ve bunların sonal olarak, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçmeleri yolunda doğanın yaşamını belirleyen hareketin karşıtlar aracılığıyla yansıtmasından ibaret" (Engels) olan diyalektik düşünceyi doğruladığı görülüyor. Daha dar tarihi kesitlerde ise, bu en genel yasaya karşı işleyen olgular, daha etkin bir konumda görülebilirler. Nedir bunlar? Çatışmayı süreklileştiren ama aynı zamanda bastıran politik zor, ideolojik yansımalar, geleneksel bağlar ve önyargılarla yüklü tutumlar kapitalist meta toplumuna özgü yabancılaşma, egemen sınıfların rıza yaratma kapasiteleri vb. vb. Ancak, tüm çelişki ve çatışmaların o güne dek önlerini tıkayan bariyerlerden kurtulduğu, toplumsal çelişmelerin birbirlerine göre en büyük hareket serbestisi kazandığı, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçme anını koyutlayan "sonal" tarihi düzlemde diyalektik, özgün tarihi evrelerin tüm geçici ağırlıklardan kurtulmuş, en genel tarihi kesitin yoğunlaştırılmış ve kristalize olmuş biçimde yansır. Leninist parti, bu meseleyi, "yoğun tarih" kavramıyla öne koymuştu. Böyle yoğun tarih evrelerinde, hem sınıf hem de sınıfa ait bireyler, "kendinde sınıf"tan, "kendisi için sınıf" düzlemine sıçramakta, kimilerine şaşırtıcı gelen bir ivme kazanırlar.
Engels, "emekçinin yüreğinde saklı sosyalizm"den söz ederken, "kendisi için sınıf" düzlemine doğru yükselen öznelerin, bu yolculukta varacakları sonucu, daha en başından içlerinde taşıdıklarına işaret eder. Yani, tüm ağırlıklarından, yanılsama ve ataletten kurtulan her emekçi, kendi öz varlık koşullarına uygun hareket eder ve buna uygun düşünür. Berrak biçimi içindeki bu emekçi, öz varlık koşullarının taşıyıcı ve yaratıcı failidir. En önemli parçası olduğu üretici güçlerin maddi ilişkilerine kazılı işbirliği ve işbölümü, onun kalbindeki saklı sosyalizmi hazırlar. Biz, böylesi berrak anları, kendi özlemleriyle harekete damgasını vuran emekçilerin eylemlerinde şahit oluyoruz. Gezi, hemen ilk gün bir komün oluşturdu ve bu hiç de bir tesadüf değildi. Bu edim, "kendisi için sınıf" koşullarının olgunluğuna işarettir. Benzer şekilde, İran'da, önceki isyanların, reformlara odaklanmış küçük-burjuva kitlelere yaslanması gibi, yılın sonunda patlak veren ayaklanmada, proleter ve yoksul yığınlar, "mollalara ölüm" şiarıyla bankalara saldıran bir uzlaşmazlıkla hareket etmeyi bildiler.
Burada bir "içgüdü"den söz etmiyoruz. Bu, doğa yasalarını toplum yasalarına mekanik biçimde aktarmak olurdu. Doğada canlı bireyleri türe bağlayan içgüdüdür. Yağmur öncesi kırlangıçların havada sergiledikleri o muhteşem dansı hatırlayın. Sanki bir maestronun eşliğinde, binlercesi öyle uyumlu ve ani dönüşlerle dolu bir uçuş resitali verirler ki, bu uyum ancak yağmurun canlandırdığı içgüdüyle açıklanabilir. Toplumlarda ise, sınıfa her bireyi, türe (sınıfa) bağlayan içgüdü değil, olayların kışkırtıp ayaklandırdığı canlı-sezgidir. Başka bir deyişle, "kendisi için sınıf" koşullarının olgunlaştığı yoğun tarih kesitinde birey, onu yanılsamalara boğan ağırlıklarından kurtulmuş şekilde, gözlemlediği ve bizzat faili olduğu olaylardan, tüm öz varlık koşullarına uyumlu sonuçlar çıkarmaya, bu sonuçları belli bir amaç ve hedef etrafında berraklaştırmaya dönük çok güçlü bir eğilim gösterir. Bu eğilimin varacağı sonuç şudur: Emekçi sınıfların içsel kristalize bağıntısı.
Kristalize bağ, doğada, molekülleri aynı yönde ve sıralı, boşluğa veya ters bağıntıya olanak tanımayan bir düzenliliğe sokar. Sınıfa ait bireylerinde, benzer şekilde, bir yöne (amaca, hedefe) bakan, olaylardan aynı doğrultuda etkilemesini sağlayan ve sarsıcı olayların enerjisini yapının bütününe engelsiz dağıtan bir kristalize bağıntı içine girmesi, bize şimdi kendiliğinden görünen, bir anda tüm kentleri saran, maestro yönetimindeki gibi eşgüdüm gösteren ayaklanmaları açıklamakta yardımcı olacaktır.
Tıpkı içgüdü gibi, canlı sezgi de türe aittir, bireyin kendi kaderini türün kaderiyle birleştirmesinin yolunu açar. Canlı sezgi, henüz teorik kavrayışın prizmasından geçmediği, ideolojik yoğunluğa ve programatik bir yüksekliğe sahip olmadığı için; kırılmadan, ideolojik söylemin ayartısına kapılmadan, yani algılandığı ham biçimiyle, sınıfının tüm bireyleri arasında engelsiz dolaşma avantajına sahiptir. Kuşkusuz, ilk patlak verdiği anlarda, ayaklanmalara en yıkıcı enerjiyi sağlayan, canlı sezgi tarafından oluşturulan kristalize bağıntının genele mal olabilme yeteneğidir. İdeolojik ayartı, burada iki yönlü işler: ya sınıf dışı (küçük-burjuva) ideolojinin boşluk yaratan hayalleri ve yanılgıları işe dahil olur ya da proleter öncünün daha yüksek görevler belirleyen müdahaleleri. İlkinde, kristalize yapı, izin verirse eğer, doğacak boşluklar yüzünden dağılacaktır veya kendi bütünlüğünü korumak için boşluğu redderek ataletine geri dönecektir. (Gezi'de olduğu gibi). Proleter öncünün müdahalesi ise, canlı sezginin ham biçimine teorik bir derinlik ve pratik bir yükseklik girişimi olduğu için kristalize bağıntı içine ancak bu derinlik ve yüksekliği koruyamadan kaydedilir. Öncü, müdahalesinin sonuçlarını aynı biçimde geri kazanamaz. Vurduğu fiskenin keskin tınısının, tüm yapıya uğultu biçiminde yayılması karşısında, kendi sesini tanıyamaz. Bu yüzden, kristalize bağıntı biçimini, sınıfta olduğu kadar, sınıfa ait bireylerde de ne çeşit görünümlere büründüğünü bilmek, pratik ve bire bir örgütlenme yürüten öncü için elzemdir.
-II-
Sınıfa ait bireyin türe, yani sınıfın kaderine bağlanmasını kristalize biçime kavuşturan canlı sezgi, kişilerin yaşamında, süreklilik/kesiklik, atomizasyon/manyetik kutuplaşma, umarsızlık/aciliyet gibi, birbirine dönüşen karşıtlıklar ortaya çıkarıyor. Birazdan bu karşıtlıkları ele alacağız. Ama önce, canlı sezgiyi ivmelendiren ve dolaşımına aracı olan bir olguyu, sosyal-medyayı ve bireylere kazandırdığı yeni alışkanlıklara kısaca değinmekten yarar var.
İletişimin hızlı, kolay ve ucuz bir aracı haline gelen sosyal-medya, kendini görünür kılmanın (yaygın ifadeyle, "like" alma) etkin bir yolu. Görünür olma hevesi, geçmiş nesillerde, ancak düğünde-bayramda, türlü çeşit geleneksel ritüelde doyurulurdu. Şimdi, hayatın her anına merak uyandıran her tür gelişmenin, ilgiyi hak eden sarsıcı olayların peşine düşmeye zorluyor. Sadece bu da değil. Uğruna nice zahmetlere katlanılan en güzel manzaralar, 'selfiler'in yalnızca bir arka fonu.
Hemen belirtelim. Kişilerin böylesine görünür olma hevesinin, egoizmle bir ilgisi yok. Egoist, başkasının onayına ihtiyaç duymaz, kendini gördüğü ayna ona yeter. Oysa görünür olma isteği, kapitalist bireyin son raddesine ulaştırdığı yabancılaşmaya karşı, sosyal bireyin çığlığıdır. Sermayenin birikimi ve merkezileşmesiyle uzantılı, yaşamın temellerinin kontrolünü büsbütün kaybeden bireyler, artık iyice görünmez hale gelen edimlerinin (üretimin, yaratımın ve de arzulayışın) boşluğuna karşı, sosyal-medyada boy göstererek ayak diriyorlar. Hiçleşmeye direnen birey, ötekinden "like" alma hevesiyle, kapitalizme kaptırdığını geri kazanmaya çalışıyor. Gezi'ye katılanların önemli bir kısmını Taksim komününde bir araya getiren güç, özgünlük arayışıyla, evrensel özgürlük mefhumunun birbirine dönüştüğü o diyalektik köprüydü. Apansız bir zamanda hızla dolan mesaj kutuları, insanlarda, adeta bir refleks gibi "yine önemli bir şeyler oluyor" duygusu uyandırıyorsa, bu köprünün devrime ve isyana uzanan ayaklarını görmezden gelmek, ahmaklık olurdu.
Canlı sezgiyi etkin kılan tüm koşullar, bireylerde süreklilik/kopukluk karmaşası doğuruyor. Geçmiş ve gelecek arasındaki sürekliliğin bir parçası olan şimdi, tüm bu bağlardan azade, “an”a dönüşüyor. Geleceğin daha iyi olacağına dair tüm güvensizlik, insanı, kendi geçmişinin birikim ve yatırımlarından koparıyor. Nasıl bir eğitim aldığının, hangi yetenekleri biriktirdiğinin hiçbir önemi kalmıyorsa, geleceğe dair planlama da yoktur, hayal de… “Şimdi”den kopup “an”a sığınmak, geleneksel bağlardan ve egemen yapıdan hiçbir şekilde beslenemeyen bireyin tutumudur. Kristalize biçim, hayallerin ve geleceğe dönük planların oluşturduğu boşluğun üzerine kapanır. Hayal yok, plan yok. Peki ne var? Yalnızca hayatta kalma kaygısı ve bu hayatta bir anlık da olsa yer kapladığını gösterme çabası. Eskiye, yani geleneksel olana ve sistemin sunduğu olanaklara dayanan süreklilik, bu noktada kesintiye uğrar. Yeninin, yaşamı kökünden değiştirecek olanın beklentisi hakim olur.
Bu uğrakta, atomizasyon ile manyetik kutuplaşmanın birbirini besleyen ve birbirine dönüşen unsurlar haline gelişine tanıklık ederiz. Sermaye birikiminin geldiği düzey, insanları geleneksel bağlarından kopardı. Akrabalık, hemşerilik ve tüm diğer yerel bağlantılar, bu süreçte eski hükmünü kaybetti. Yığınları atomize etti, ama bu aynı zamanda, ağır politik ortamın yarattığı kutuplaşmada, tek tek bireylerin, demir tozları misali, kutupluluğun manyetizmine kendilerini kaptırmalarını hızlandırdı. Geçmişten bu yana, çok farklı politik tutumlara sahip olsalar da, akrabalığın, hemşeriliğin, hatta aynı mahallede yaşamanın kazandırdığı kolaylıklar nedeniyle insanlar, farklılıklarını keskin bir kutuplaşmaya vardırmaktan uzak durdular. (70'li yılların iç savaşını halen daha "kardeş kavgası" diye nitelendirenler çoğunluktaysa, bu geleneksel bağların baskınlığındandır). Atomizasyon, bu barikatları eritti. Asla uzlaşmayan sınıf tutumlarını körleştiren yerel bağlar, kredi kartlarının keskin uçlarında törpülendi. Geriye, hayat tarzlarını, güncele ilişkin tutumunu karşı tarafa dayatan kutuplaşma kaldı. Atomize birey, bu kutuplaşmanın manyetizminden kendini çekip alamıyor. İşin içine psikolojik etkenlerin de girdiğini göz ardı etmeyelim: Bağlarını kaybeden birey, yeni bir aidiyet ve güvenlik arayışına girer. Huzursuz yalnızlığı, karşı kutba yönelttiği itirazda bastırır. Eskinin içinde yerini bulamayan ve kaybolan benlik, kutuplaşma koşulları altında yeni bir biçim arar. Bireyleri, güncel olaylar karşısında hızla tutum almaya ve bu çabaları için canlı sezgilerini sürekli uyanık tutmaya zorlayan atomizasyon/kutupluluk özdeşliğini bu şekilde anlamak gerekir.
Umarsızlık, sıradan hayatını yaşayan sıradan insanlar için, çoğu kez çaresizliğin bir semptomudur; ardında, başedilemediği için üzeri örtülmüş büyük bir korku vardır; kendini, korkuya karşı yükselen alay ve ironi ile ele verir. Devrimci yığınlar için, sözlerden, lafebeliğinden, bir türlü eyleme geçememeye duyulan tepkinin semptomudur. Buna "protesto hakkından vazgeçmek" de diyebiliriz. Salt protesto etmenin çaresizliğini deneyimlemiş insanlardan yakın zamana dek büyük kargaşalar yaratan olaylar karşısında bir umarsızlık tutumu görüyorsak, kendine öncü diyenler aynaya bakmalıdır. Ama onlar, kitlelerin bu durumunu teslimiyete bağlayarak, devrimci yığınları aşağılamakla fazla meşguller. Hayır, umarsızlık, ister sıradan insanlar isterse devrimci kitleler için olsun, teslimiyete götüren çaresizlik hissine karşı bir direnç noktasıdır. Ve sanılandan çok daha yorucu bir enerji gerektirir. Fakat, yüzleşmesi ertelenen korku ve protesto hakkını kullanmadan geçen zamanın biriktirdiği sorunlar, bir noktada, umarsızlığı taşınamaz bir yük haline getirir. Alay ve ironi yetmez, korkunun üzerine örtülen şal yırtılır, korku kapı altlarından sıradan hayatlara nüfuz eder ve böylece umarsızlık, yerini ateşli bir aciliyet hissine bırakır. Aciliyet hissi, kristalize biçime bürünen sınıf bağının, bam teline dokunuşu sağlar, sınıfı tarihsel bir edime zorlayan en güç histir. Bundan sonra sınıf ve ona ait birey, ne yapmalı sorusunun yanına, ne zaman yapmalı sorusunu ekler. Genel bahane arayışı, bu noktadan sonra başlar.
III
Buraya kadar yazılanları, güncel-somut olgular eşliğinde bir gözden geçirelim. Gerek Kürt halkında gerekse Türkiyeli emekçi sınıflarda, kristalize biçimli bağırtının pek çok işaretini görüyoruz.
Gezi'nin kendiliğinden karakteri, bu ayaklanmaya bizzat katılan yığınların düşünme ve davranış alışkanlıklarından pek çok köklü değişiklik yansıttı. En başta, öncülerin hazırlığından bağımsız gerçekleşen bu son derece güçlü ayaklanma, yığınların kendi gözlem ve bağımsız tutumlarına olan güveni üst düzeye taşıdı. Kürt halkı da benzer bir sıçramayı, kent savaşları sırasında çok daha sarsıcı sonuçlarla deneyimledi. Doğrusu, bu yığınların art arda ve üst üste binen sarsıcı olaylar karşısında tutumlarını belirleyebilmek için, kendi canlı sezgilerinden başka dayanacakları fazla bir şey yoktu. Çünkü parti koltuklarını, kürsüleri, mikrofonları ellerinde tutanlar, onlara aynı yavan, can sıkıcı lapayı sundular. (Düşünün, Ankara-Gar'da kan gövdeyi götürmüş, koca partilerin sözcüleri bir araya gelip, "bu halka bir saldırıdır" açıklaması yapıyorlar.) Hele Gezi'den sonra, bu lafazanlık daha fazla prim göremezdi. Devrimci yığınlar, kürsülere egemen olan küçük burjuva kalıpları terk ederek, canlı sezginin teori prizmasından geçmemiş ham haline başvurdular. Yoğun öfke dolu bu günlük dil, devrimci yığınları, hemen art cephedeki çok daha kalabalık bir yığınla ilişkiye geçiriyordu. Olaylardan öğrenme ve tutum belirleme alışkanlığı, canlı sezgiyi etkinleştirdi.
Canlı sezgi kristalize yapıyı kurarken, politik koşulların olağanüstü pozisyonundan fazlasıyla yardım aldı. Dinci-faşizm, çekip gitmemek adına kendini kastı, baskıyı toplumun ezici çoğunluğuna yöneltti. Açık terörist yönetim, odağına, sadece devrimci yığınları değil, sıradan hayatlarını yaşayan sıradan insanları da kattı. Böylece, devrimin ileri kesimleriyle, yarı aydınlanmış ve henüz politik yaşama uyanmış olanları aynı duvarın önünde hizaya soktu. Ağır baskı, ona eşlik eden ekonomik yıkımın ateşinde, politik hayaller kadar, kişisel hayalleri de buharlaştırdı, boşluklar doldu. Canlı sezginin olaylardan çıkardığı dersler, ezilen sınıflar içinde, bu hayallerin boşluğuna düşmeden yayıldı, ortak duygu ve tutumlar yarattı.
Ağır baskı, boşluğu yaratan iki önemli kaynağı kuruttu. İlk kaynak, burjuvaziye ait olandır. Sermaye, ikna kabiliyetini yitirdi, rıza üretme kapasitesini yitirdi. Bu rıza için elinde, sınıf atlama hayallerini pompalayan bir eğitim sistemi, saygınlık ve atomizeyi birleştiren mahkemeleri, kamuoyu oluşturma aracı olan basın tekelleri vardı. Eğitim, şişirdiği hayallerle birlikte enkaza döndü, bir türlü toparlanamıyor. Mahkemeler, adalet ve vicdan gibi çıplak sınıf gerçekliğini körleştiren kavramları ayazda bıraktı. Basın ise, şimdi emekçilerin gözünde, sahibinin sesi paçavradan ibaret. Egemen sermaye düzeni, yanılsamalar üreten bataryalarını böyle kaybetti. Küçük-burjuvazi de bu enkazdan kendine düşen payı aldı. Parlamento bir ahır, uzlaşma bir hayal, haklar ve mevziler adına kavga ise dolap beygirliği. Sınıf bağıntısında boşluklar, ters bağlantılar ve sapmalar yaratan bu etkenler büyük ölçüde devre dışı kalınca, kristal biçim kendi devrimci sonuçlarını yaratmaya başladı. Canlı sezgi yoluyla devrimci milyonlar, seçimleri, salt protestonun, savunmada çakılıp kalmaya mahkum direniş çizgisinin istenen sonucu üretmeyeceğine hükmetti. Bu konudaki tutumunu daha geniş çevrelere yaydı ve ortaklaştırdı.
Kristalize biçimin aynı yöne bakan dizilişi için, "tek adam"da somutlaşan yürütme erkinin varlığı elzemdir. Ortak bir nefret objesi, bu dizilişe bir yön tayin etti. Sadece bu değil; nefret objesi yanında, buna benzer genel nitelik taşıyan başka tedirginlik noktaları da iyice belirginleşti. Kredi kartlı yaşam ve ağır borçlanma, faiz ve kur seviyelerini emekçilerin nabzını ölçen bir barometreye dönüştürdü. Ortak nefret objesi kristalize biçimli bağıntının öfkeli dilini kurarken; faiz ve kar, herkesin gözünü diktiği trafik ışıklarının yerini aldı.
Nüfusun ezici çoğunluğunu, boşluk tanımayan tek sıra ve aynı yöne bakan dizilişle bağıntı içine sokan kristalize biçim, kendi politik edimini, yalnızca ve yalnızca, yaşamı kökünden değiştirme vaadi sunan ayaklanmada bulur. Bu vaadi erteleyen her hedef, aciliyet duygusunun duvarına çarpar. İran ve Tunus'u ateşler içinde bırakan isyanlar ve genel bahanesini bekleyen bu topraklardaki devrim, yakıcı kudretini sadece yıkıcı değil ama aynı zamanda kurucu umudunu, kristalize biçimli sınıf bağıntısından devşiriyor.
Ya hep ya hiç! Kalabalıkların ve yakın kaderini genelin kaderine bağlayan bireylerin, şimdi, biz öncülerin yüzlerine haykırdığı gerçek budur.
Umut Çakır