İşçilerin 1800’lerin başlarında bir araya gelip hakları için mücadele ettikleri sendikaların ilk adımlarında, aralarında para toplayıp bir işçiyi çalışmak zorunda olmaktan çıkararak, kendilerine çalışması için maaş verdikleri sistemin adı sandukadır. O dönemde sandukada toplanan paraların sorumluluğu ayrılan işçide değil, çalışan işçilerde tutulurmuş. İşçilerin işçisi olan ilk “sendikacılar” hakları savunabilecek öncülükteki işçilerden seçilirlermiş. İşlerini layıkıyla yapamayanlar, en sert şekillerde cezalandırılmışlar.
Bugün sandukalar, yani aidatlarımızla oluşturulan hesaplar ve bunların dağıtımı, sendikacıların elinde. Günümüz sendikacılarının bu gelirleri işçilerin fonlarına harcamadıkları, işçilerin bu kaynaklarla ilgili bilgilenme ve müdahale etme hakkını yasalarla ya da fiili olarak engelledikleri bir gerçek. Daha kötüsü, işçilerin bozulan kavramlarından birisi de sendika yönetimlerini denetleme ve harcamalar hakkında karar verme haklarını bilmemeleri. Herhangi bir sendikalı işçiye sorsanız, aşağı yukarı “ne anlarız biz o işlerden” ya da “ne münasebet, olur mu hiç öyle şey” derler. Birçok işçinin işçi denetimini ar ettiği, mali defterlerden söz edilmesini belden aşağı vurmak olarak gördüğüne de tanığız.
Sendikaların gelirlerini aidatlardan elde ettiğini biliyoruz. Ayrıca sendikalar yasasında sendikalara bağış alma ve işletme karı elde etme hakları da tanınmış. Üç konfederasyonun malları, mülkleri ve işletmeleriyle neredeyse birer holding haline geldikleri de sır değil.
Aidat toplamak Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapan sendikaya mahsus bir hak. Ülke barajını aşıncaya kadar yeni kurulan bir sendikanın ayakta kalması için bağışlara dayanması gerekiyor. Bu da daha ilk başta sendikayı birilerine bağımlı kılıyor ya da kısa sürede kapanıp gidiyorlar. İşçilerin de yine bozulan kavramları arasında “TİS yapmadan aidat alınamayacağı” yargısı var. Sendikal alanda tekelleşmenin önünü açan, sendikaları kapitalizmin işleyiş yasalarına uyduran bu sisteme karşı yeni sendikaların mücadelesi sürüyor. “Herkes kendi sendikasına aidat versin” mücadelesi yasalardan geçemiyor. İş yerinde hangi sendika TİS yapıyorsa, üye olmayan işçiler de başka bir sendikaya üye olsa da “dayanışma aidatı” yasal uydurmasıyla TİS yapan sendikaya aidat ödeyerek TİS haklarından faydalanıyor. Bu olağanüstü aidat tekelleri sadece bir iş yerinden milyonlarca lira para topluyor.
Toplanan aidatların harcanması gereken fonlar da gözlerden kaçırılmış durumda. Örneğin, 2. Dünya savaşında Bulgaristan sendikalarında sendika fonları dörde bölünmüş. Grev fonu, dayanışma fonu, eğitim fonu, polisten kaçan devrimcilere yardım fonu. Bugün aidat toplayan sendikaların kasalarında milyarların biriktiğini, bunların sendikacıların ceplerine akıtıldığını her işçi bilir. Hak İş’in Hizmet İş Sendikası, Bayrampaşa Belediye işçilerinin grevinde bir bildiri yayınlıyor; “Grev süresince tüm haklarınızı vereceğiz, hiçbir hak kaybına uğramayacaksınız!” Burada, siyasi rakibine karşı işçilerin grev yapmasını sağlamak için lütuf gibi sunulan “GREV FONU”, sendikanın bir numaralı fonudur. Grev fonları işçinin grevde dayanabilmesini sağlar ve sadece grev için kullanılır. Sendikalar yasası tarafından kısıtlanmış olması, yukarıdaki örnekteki gibi yol bulunamayacağı anlamına gelmez. Birçok grevin işçilerin ekonomik dayanaktan yoksun olması nedeniyle en alttan anlaşma sağlanarak bitirildiğine hepimiz tanığız.
Dayanışma fonu ise toplumun tüm mücadele eden kesimleriyle ve ekonomik olarak zayıf olan sendikaların, işçilerinin grevleriyle dayanışmak için kullanılmak üzere ayrılmış olan fon olmalıdır. Buna da sendikalar yasası bir takım kısıtlamalar getirmiş. İşletme kurmaya, işletmeye evet, dayanışmaya hayır. Aidat tekelleri sendikaların işçilerden dayanışma fonu düşüncesini saklaması, kendisini emekçilerin mücadelesinden yana değil, sermayedarların karlarından yana konumlandırmasından gelir. Ne de olsa onların ayrıcalıklı hayatlarını garantileyen sisteme kölece bağlıdırlar.
Eğitim fonu ise artık sembolik hale gelmiş, işçi sınıfı bilincini deforme etmeye yönelik eğitimlerle doldurulmuş durumda. “Kişisel becerileri geliştirme”, “Öfke kontrolü ve empati” derslerinin beş yıldızlı otellerde ya da lüks kamplarda seçilmiş işçilere meze olarak verildiği bir ‘sendikal eğitim’… 12 Eylül’ün tüm mallarına el koyduğu DİSK’in yeniden açılma ve mallarını geri alma koşullarından biri de, eğitim fonunun kısıtlanmasıdır. DİSK bu koşulu kabul etmekte bir beis görmemiş. Gelirlerinin %51’ini devlet bankasında tutma şartını da “gelecekte bir grevimizi kırarlar” diye düşünerek sakıncalı görmemiş.
Bugün tekel haline gelmiş üç konfederasyonun varlığı ve geliri, ülkedeki tüm tarım, sanayi grevlerini ya da öğrenci, çevre eylemlerini tamamen finanse edebilecek güçte. İşçi sınıfının bilinçlenmesi, yaşamını geliştirme ve kurtarma mücadelesini yürütmesinin koşullarını oluşturacak güce de sahip. Ancak bu öyle kendiliğinden olmayacak. Burjuva sendikacılar ayrıcalıklı hayatlarından, tıpkı devletin bürokratları gibi, kolayca vazgeçmeyecekler. İşçilerin emekçilerin aleyhine olan her durumun altına imza atan aparatlar olmaları, her yönden köleleştirilmiş olmalarının sonucudur. İşçilerin sendikalarını ele geçirmeleri mücadelesi, bir sokak savaşı kadar çetin geçecektir. İşçiler bu mücadelelerinde eskiden de olduğu gibi kolluk güçlerini ve yasaları karşılarında bulacaklardır.
Burjuvaziye karşı mücadelemiz nasıl olmalıysa, bu işbirlikçi konfederasyonlara karşı mücadelemiz de aynı şekilde amansız olmalıdır.
Temade Çınar
Serinin ilk iki yazısını okumak için: