Başlık, tırnak içine almamızdan belli, bize ait değil. Burjuva muhalefet partileri -ki hepsi gerici, dinci faşist bir karışımdan ibaret-, küçük burjuva uzlaşmacılar, sosyal reformistler, liberaller şimdi bu sakızı çiğniyor, emekçi sınıflara ve ezilen halklara böyle bir sistemin kurtuluş olacağını vaaz ediyorlar.
Burjuva muhalefet partileri bir yana, çünkü onlar eminiz işin aslını biliyorlardır; şu ikinciler, hakikaten çok hoş insanlar. Kendilerini bir şey sanıyorlar, dünyanın etraflarında döndüğünü, masa başında hazırladıkları plan ve projelerle uzlaşmaz karşıtlığa dayalı sınıflı bir toplumu yönetebilme hayallerine kendilerini ciddi ciddi kaptırıyorlar.
Onların dünyasında sınıf savaşı yok, sermaye sınıfı yok, gerçek kurtuluş peşindeki emekçi sınıflar ve ezilen halklar, nereye sürsen oraya gidecek, önlerine ne koysan onu yiyecek bir koyun yığınından ibaret.
İşte bu hayallerle, emekçi sınıflar ve ezilen halkların toplumsal devrime, bir ayaklanmaya güçlü bir eğilim içine girince, bu tayfa da masa başında “kurtuluş reçeteleri” yazmaya başladı.
Ama sorun bundan da öte. Bu aynı tayfa ayaklanma ve toplumsal devrime güçlü eğilim duyan devrimin toplumsal güçlerini sömürü düzeni içinde tutmanın yollarını bu reçetelerle döşemeye çalışıyorlar. Bu yönleriyle sermaye sınıfına en büyük hizmeti yapmış oluyorlar.
Göreceğiz, göstereceğiz; cahiller. Hepsinin “okumuş” olması bu gerçeği değiştirmiyor. Basit bir örnek, demokrasinin, kapitalist toplumda işsizliği ortadan kaldıracağını ileri sürebiliyorlar. Oysa kapitalizmde işsizliğin temel nedeni kapitalist birikimin ta kendisidir. Kapitalizme, dolayısıyla kapitalist birikime son vermeden işsizliği ortadan kaldıracak ne bir formül ne de bir güç var. Sermaye biriktikçe ve merkezileştikçe, bir fizik yasasının katılığıyla sözünü ettiğimiz yasa işler, işsizlik artar.
Böyle darkafalıların çok “banal” bulduğu tek çözüm yolu, kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. İşsizlik neden önemli? Çünkü işsiz kalmak bir işçi, bir emekçi için yaşamını sürdüreceği emek araçlarından yoksun kalmaktır, yaşamdan kovulmaktır; hadi bu darkafalıların anlayacağı biçimde söyleyelim, aç kalmaktır, sefalete mahkum olmaktır.
Bunun sınıf savaşına nasıl yansıyacağını, sermaye sınıfının ise, egemenliğini korumak için buna karşı nasıl bir politika izleyeceğini anlatmayacağız. Merak eden bugün sermaye sınıfının emekçileri, ezilen halkları hangi yöntemlerle düzen içinde tuttuğunu anlamak için dinci faşist iktidara bakabilir.
Sermaye sınıfı, Türkiye özelinde konuşacaksak tekelci sermaye sınıfı, toplum yönetiminde bir yöntemden diğerine neden geçer? Keyfi nedenlerle mi?
Elbette, değil. Sermaye sınıfı bir yöntemden diğerine egemenliğinin varlık koşulları nedenleriyle geçer. Başka bir ifadeyle, egemenliğini hangi yöntemlerle korumak mümkünse o yöntemlere geçer. Tavizler sisteminden baskıcı sistemlere, “demokrasi”den faşizme vb. bu nedenlerle geçer.
Ama her durumda kapitalizmde egemen sınıf sermaye sınıfıdır. Kararlar, toplumun yönetiminde izlenecek politikalar Meclis ya da benzeri kurumlarda değil, tekelci sermayenin, bağımlı ülkelerde buna emperyalist sermayeyi de eklemeliyiz, ofislerinde alınır, belirlenir. Meclis’e girince bizim darkafalılar toplumu kendilerinin yönettiğini sanırlar halbuki.
Türkiye’de bu yöntemlerin pek çoğu, koşullara göre, denendi, uygulandı. Kısa bir özet yapalım. 1960’ı başlangıç olarak ele alırsak, Türkiye sanayi sermayesi, tarım burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin gücünü kırma sürecinde “61’ Anayasası” çerçevesinde hak ve özgürlükleri genişleten bir politika izledi. Seçim sistemi de buna uygun oldu.
Ancak toplumda büyük bir devrimci uyanış ortaya çıkmaya başlayıp örneğin, DİSK kurulup işçi sınıfı etkili biçimde tarih sahnesinde yerini almaya başlayınca, grevler birbirini takip edip köylü hareketi toprak işgalleri biçiminde Türkiye ve Kürdistan’a yayılınca ve tüm bunların özet sonucu olarak 1965 seçimlerinde TİP onbeş milletvekili ile Meclise girince sermaye sınıfı politika değişikliğine gitmeye karar verdi.
Burada Meclisin ne kadar işlevsiz olduğunu, TİP’li milletvekillerin, örneğin Altan kardeşlerin babası TİP milletvekili Çetin Altan’ın kaç kez linç tehlikesi geçirdiğinden sözetmeye gerek görmüyoruz. Meraklısı bu bilgilere rahatça ulaşabilir.
Burada önemli nokta şuydu: 1965 seçimlerinde TİP onbeş milletvekili ile Meclise girince sonraki ilk seçimde sermaye sınıfı seçim yasasını/sistemini değiştirdi. Böylece 1969 seçimlerinde TİP, ancak dört milletvekili çıkarabildi.
Ne olduğu belirsiz ve herkesin keyfe keder tarif ettiği “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i, burjuva partiler hariç, emekçi sınıfların önüne koyanlara anlatmaya devam edelim.
Türkiye’de 1961’den itibaren bir değil, iki Meclis, iki parlamento vardı. Biri Cumhuriyet Senatosu -ki bu da bal gibi parlamentoydu- diğeri şimdi bildiğiniz TBMM. Üstelik Senato “üst meclis” idi, TBMM ise “alt” meclisti. Nasıl da “tahkim edilmiş” bir parlamenter sistem ama... Yani masa başında bulduğunuz formülle Amerika’yı keşfettiğinizi sanıyorsanız ancak cehaletinize verebiliriz.
İki Meclise rağmen, sınıf savaşı gelişip, örneğin sermaye sınıfının önüne 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması çıkınca ne oldu? Beş generalin öncülük yaptığı ordu, faşist darbe yaptı. Buna 12 Mart Askeri faşist darbesi diyoruz. Meclisler, yani parlamentolar olduğu yerde duruyordu, kimse dokunmadı onlara.