< < PARLAMENTER DEMOKRASİ

RTE, nihayet ağzındaki baklayı çıkardı ve zaten olmayan parlamenter demokrasinin göstermelik varlığının da ruhuna fatiha okunduğunu açıkladı: “Artık parlamenter demokrasi yok.”

Bu söz bize değil, devletin tepe noktasında oturmuş adama, RTE’ye ait. Böylece, gerçeği gizleyen şalı çekip alırken yerde yatanın kokuşmuş bir cesetten başka bir şey olmadığını da dünya aleme göstermiş oldu.

Parlamentonun kokuşmuş bir cesetten başka bir şey olmadığını biz söylediğimizde hop oturup hop kalkan, varlığını kanıtlamak için göğüslerine vura vura Meclis’i işaret eden cümle sosyal reformistler RTE’nin bu itirafı karşısında dut yemiş bülbüle döndüler.

Devletin başındaki zat, düzenin en önemli kurumu gibi duran şeyin yok hükmünde olduğunu söyledikten sonra ne diyebilirlerdi ki!

Burjuvazi, toplumu egemenlik altında tutarken bir yöntemden bir başka yönteme keyfi nedenlerle geçmez. Egemenliğinin varlık koşulları burjuva sınıfı yöntem değişikliğine zorlar. Eski yöntemlerin yetersiz kaldığı koşullarda egemenliğini sürdürmek için burjuva sınıf yeni/başka yöntemlere geçer. Son bir kaç yıldır tekelci sermaye sınıfının yapmaya çalıştığı şey budur.

Tekelci sermaye sınıfı, uzun yıllardır süren iç savaş/devrimci durum koşullarında egemenliğini ayakta tutmak için sürekli bir arayış içinde oldu. Ama tüm bu arayışların ortak noktası, devlet zorunun toplum üzerinde daima şu veya bu derecede uygulanmasıydı.

Tekelci sermaye sınıfı, 70’li yıllardan bu yana, zaman zaman dozu değişse de, devlet zoruna, şiddete, baskı ve teröre başvurmadan yönetemez halde.

Son bir kaç yıldır ise, birleşik devrimin önlenemeyen gelişimi nedeniyle, bir yandan faşist baskı ve terörü katliamlar düzeyine çıkarırken diğer yandan artık ayakbağı olarak görmeye başladığı kendi öz kurumlarını da kendi eliyle tarihin çöplüğüne atmaya başlamıştı. Sadece emekçi sınıfların ve ezilen halkların mücadelesi değil ama kendi kurumları da demir bir mengene gibi onu sıkıştırıyor, boğuyor, birleşik devrime karşı hareket kabiliyetini sınırlıyordu.

Genel seçimler, burjuva partiler ve parlamento bütün gerici içeriklerine karşın yine de, egemenliğin tesisinde yavaşlatıcı bir rol oynuyor ve tam da bu nedenle tahammül edilemez bir noktaya gelmişti tekelci sermaye sınıfı için.

Genel seçimler, türlü çeşitli yöntemlerle uzun zamandır göstermelik bir düzeye indirilmişti zaten. Burjuva partiler de öyle. Birleşik devrime karşı sermaye sınıfının dinci-faşist bir kitleye ihtiyacı vardı ve bu ancak dinci-faşist bir iktidarla gerçek kapsamıyla gerçekleştirilebilirdi. Öyleyse, dinci-faşist iktidarın seçim/sandık hatırına değiştirilmesine izin verilemezdi. Sermaye sınıfı, 2015 seçimlerinden sonra bunu dünya aleme açık etti.

Leninist Parti, bu gerçeği, “Sandıkla Gitmeyecekler” sloganıyla emekçi sınıflara ve ezilen halklara anlattı. Artık ne genel oy hakkının ne de parlamentonun bir hükmü/değeri kalmıştı. Öyle ki, emekçi sınıflar ve ezilen halklar da artık bu kanaatteydi. Yani, dinci-faşist iktidarın sandıkla gitmeyeceği gerçeği kolektif, toplumsal bir bilinç haline gelmişti.

Nihayetinde, devletin tepesinde oturan adam, “Parlamenter demokrasi artık yok” sözleriyle bu gerçeği tüm çıplaklığıyla itiraf etmiş oldu. Sınıf savaşı sürecinde ortaya çıkan temel dönüm noktalarını ya da kırılma noktalarını kişilere, kişilerin özelliklerine bağlamaya alışkın olanlar bu durumu RTE’nin marifeti gibi görmeye ve göstermeye devam ediyorlar. Oysa sorun, o kişinin boyunu çok aşan boyutlarda.

Üzerine basa basa tekrarlamakta, hatırlatmakta fayda var. Tüm gelişmeleri RTE'nin karakterine, davranışlarına, kişiliğine bağlayanlar, "yönetici konumundaki birinin kimi özellikleri nasıl oluyor da gelişmeleri belirleyen bir hale geliyor" sorusunun üzerinden atlıyorlar. "Erdoğan faşizmi" başlıkları atanlar, bu temel noktayı hep sessizlikle geçiştiriyorlar. Madem bir kişinin hırsı, özellikleri, eğilimleri üzerinden değerlendirmeye kalkıyorsunuz süreci, öyleyse bu kişinin sözkonusu kerameti hangi şartlarda edindiğinin açıklamasını yapmanız gerekmez mi?

Sorunun temeli bir sınıfın, burada tekelci sermaye sınıfı sözkonusu, kendi egemenliğini ayakta tutmak için egemenlik araçlarında bir değişikliğe gitmesidir. Kişiler burada belirlenmiş politikayı uygulayan bir figürden ibarettir, rolleri ve etkileri bununla sınırlıdır.

Tekelci sermaye sınıfının önemli egemenlik araçlarından birinin, parlamentonun ve onunla birlikte burjuva partilerin yok hükmünde olacak kadar göstermelik düzeye indirilmiş olmaları bize sosyal reformist partilerin yaşam damarlarından birinin kesilmiş olması yanında, birleşik devrimden duyulan korkuyu da gösteriyor.

Bu korku, egemen sınıfı başka önlemler almaya da yöneltiyor. “Türkiye kaosa girebilir” başlığını atan Washington Post gazetesi, Erdoğan’a mal ettiği şu önlemlerden söz ediyor: “Erdoğan sivil çatışma ihtimaline karşı iyi silahlandırılmış ve kendisine çok sadık yeni başka örgütlenmeler üzerinde çalışıyor. Hükümet polis özel kuvvetlerini ve istihbarat servisini orduyla bir çatışma ihtimaline karşı daha fazla silahlandırıyor. Erdoğan, aynı zamanda sivil yurttaşları silahlandırıp örgütleyerek 2013’teki gibi yaygın protesto ihtimaline karşı bunları kullanmaya hazırlanıyor”

“Parlamenter demokrasi yok”, yerine zor’un daha güçlü kullanımına doğru hazırlık var. Bir kez daha görüyoruz ki, büyük toplumsal sorunların çözümü zor’a dayalı biçimde, güç ilişkilerine bağlı olarak çözülür. Bu, sosyal reformistlerin hoşuna gitmese de, böyledir.

Başta Kürdistan sorunu olmak üzere, diğer bütün önemli toplumsal sorunların çözümü, burjuvaziyle, dinci-faşist iktidarla uzlaşarak, parlamentoda lak lak yaparak değil, birleşik devrimin zaferinden geçiyor.

Sosyal reformistlere ve düzen için çözüm umudunu halklara taşıyanlara söylenecek tek söz: Halkları aldatmayı bırakın, en azından gölge etmeyin yeter!