RTE, doğal olarak Türkiye adına, temsil ettiği devlet ve tekelci semaye sınıfı adına, Suriye iç savaşında vekalet ettiği emperyalistler adına elindeki son kartları açtı. Görüldü ki, ortada ne Astana ne de Soçi “mutabakatı” vardı. Ortada tarafların zaman kazanmak ve birbirinin kuyusunu kazmak için birbirlerine karşı bilerek lades dedikleri bir oyun vardı.
Oysa dar kafalılar, bu iki anlaşmaya ne kadar anlam yüklemişlerdi! Rusya’nın Halep, Şam, S-400 vb.ne karşı İdlib’i satmasından tutalım da, “Kürtlere karşı” Türkiye ile anlaşmasına kadar bin bir senaryo üretilmişti.
Sonunda RTE, sinirlerine hakim olamayarak, baklayı ağzından çıkardı: “Şu anda Astana süreci diye bir şey de kalmadı.” Bunu ne zaman söylüyor? Suriye ordusu, Rusya’nın her türlü desteği ile Türkiye’nin son dayanağı İdlib kapılarına dayanınca. Suriye ordusu İdlib kapılarına dayanınca ne “dostum Putin” kaldı; ne Astana süreci, ne de Soçi Mutabakatı.
Savaşı bir satranç oyunu gibi götürmek istiyordu, ama bunu yapacak ne zeka ne de öngörü vardı. Poker gibi oynamak istedi, ama ne duygularına ne de sinirlerine hakim olabiliyordu. Sonunda yani Han Şeyhun, Maraat El Numan ve yüzlerce kasaba kısa sürede dinci-faşist çetelerden temizlenip Suriye ordusu İdlib kapılarına dayanınca elindeki tüm kartları açtı:
“Şu an itibarıyla maalesef Rusya Astana’ya da Soçi’ye de sadık değil. Arkadaşlarımız muhataplarıyla görüşmeler yapıyorlar. Bu görüşmelerde de kendilerine artık ‘İdlib’de bu bombalamaları vesaire durdurdunuz durdurdunuz, durdurmadığınız takdirde bizim artık sabrımız tükeniyor. Bundan sonra ne gerekiyorsa biz de bunu yapacağız’ diye ifade ediliyor. En son Halep’ten bizim tarafa atışları var. Bunlara biz bir yere kadar sabrederiz, sabrettik ama ondan sonra da biz göbeğimizi keseriz. Bu konuda Rusya da eğer biz birbirimize sadık ortaklar isek, tavrını belli edecek. Ya Suriye ile olan süreci farklı yürütecek ya da Türkiye ile olan süreci farklı yürütecek, bunun başka yolu yok.”
Dikkatle bakıldığında, itiraf ve çaresizlik ifadeleri olduğu görülecek. İtiraf çünkü, Halep’ten ötesini “bizim taraf” yani kendi toprağı olarak gördüğünü itiraf etmiş oluyor. Çaresizlik çünkü, Rusya’yı Suriye-Türkiye arasında bir tercih yapmaya zorlamanın başka bir adı olamaz. Politikanın, uluslarrası ilişki ve çıkarların abecesini bilenler bile bilirler ki, 1) Rusya, NATO ülkesi Türkiye’yi Suriye’ye tercih etmez; ve 2) en önemlisi Rusya Suriye’nin “dinci-faşist çete üretim ve ihracat merkezi” olmasına izin vermez. Suriye’deki savaşa doğrudan dahil olmasının tek değil, ama en önemli nedeni budur. Çünkü, Türkiye, gerici Arap devletleri, ABD ve diğer tüm emperyalistler Suriye’de dinci-faşist savaşı başlatırlarken ilk amaçlarından biri, burada üretilecek dinci-faşist çeteleri Rusya’ya ihraç etmekti. Rusya, Suriye’den sonra asıl hedefin kendisi olduğunun gayet bilincindeydi; bunu defalarca açıkladı. Rusya olmadı, ilk resmi ihracat Libya’ya yapıldı.
Türkiye, son sığınakları olan İdlib’teki dinci-faşist çeteleri her bakımdan destekliyordu. Astana ve Soçi süreçlerini dağılmaya yüz tutan, uğradıkları bozgunlar sonucu moralleri bozulan, birbirlerine düşen, teçhizat ve eğitim düzeyleri düşen dinci-faşist çeteleri her yönden desteklemek ve tekrar ayağa kaldırmak için kullandı. Rusya-Suriye bunu biliyor, ama ihtiyaç duydukları soluklanma için, bile bile lades diyorlardı. Erdoğan, sinirlerine hakim olamayıp elini kılıcının kabzasına atınca, blöfü gördüklerini şu açıklamayla ortaya koydular:
“İdlib'deki durumun istikrar kazanması için sınır ötesi mekanizma da kullanılarak silahlı gruplara yönelik desteğin ve korumanın tamamen son bulması gerektiğini düşünüyoruz”
Adı anılmasa da açıklamanın hedefi Türkiye idi. Bu “diplomatik” sözlerin Türkçe'si, “sen önce verdiğin sözlerde dur, çeteleri desteklemekten ve korumaktan vazgeç”tir.
Diplomasideki bu cevaba askeri eylemler eşlik etti. Ne Rusya çetelerin başından bombaları eksik etti, ne de Suriye ordusu, RTE’nin tehdit dolu açıklamalarına kulak astı; İdlib üzerine başlatılan yürüyüş halen sürüyor. RTE’nin yani Türkiye’nin elinde, hepsi de zayıf bir kaç koz kaldı. Bunlardan ikisini, Halep ve El Bab çevresinde hazır bekleyen çetelerin iplerini salarak; bizzat kendi askeri gücüyle yeni kontrol ve “gözlem noktaları” kurarak masaya sürdü.
Rusya, El Bab’taki çetelerin başı üstünde savaş uçaklarına şöyle birkaç tur attırarak ve birkaç bomba bırakarak bunları ciddiye almadığını gösterdi. Ama daha önemlisi, YPG-Suriye ordusu bu hat üzerinde çetelere karşı birlikte savaşarak Türkiye’nin Afrin-Cereblus hattından ve işgal ettiği diğer yerlerden nasıl atılacağının ilk örneğini de vermiş oldu. Daha doğrusu, bu yönde önceden çıkmış olan örnekleri pekiştirdi. Halep’in batısından geliştirdiği saldırılar ise çetelerin kırımıyla sonuçlanmak üzere.
Ama öte yandan, Türkiye, kozlarını masaya sürerken, ne gözlem noktalarının, ne askeri güç yığmanın ne de çeteleri salmanın Rusya-Suriye üzerinde bırakalım caydırıcı etkiyi, geciktirici bir etki dahi yapmadığını belirtmek gerek. Suriye ordusunun İdlib’e ilerleyişi ve çeteleri temizleme harekatı hızından bir şey kaybetmeden sürüyor. Öyle anlaşılıyor ki, nasıl ki önceki gözlem noktaları çetelere lojistik destek sağlamaktan öte bir işe yaramadıysa şimdi kurulan askeri noktalar da sonuca etki edecek biçimde bir etki yaratmayacak. Rusya-Suriye ikilisi dinci-faşist çeteleri acımasızca ezmekte ve işgalci güçleri kovmakta kararlılar. Elbette bu sürecin düz bir çizgi halinde ilerlemesini beklememek lazım. Gel-gitler, duraklamalar, mola vermeler, pazarlıklar vb. vb. hepsi mümkün. Ama sürecin yönü değişmeyecek.
Şimdi Türkiye’nin elinde son bir koz kaldı: Topyekün ve resmen savaş ilan etmek. Türkiye, çetelere son derece açık ve sınırsız desteğine rağmen, bugüne kadar Suriye’ye “resmen” savaş ilan etmiş değil. Aksine Suriye toprağında gözü olmadığına dair defalarca yemin-billah açıklamalar yaptı. İşgal için çeşitli gerekçeler uydurdu ve Suriye-Rojava topraklarındaki askeri-idari varlığının geçici olduğunu açıkladı. Zambak saflığında zekaya sahip olanların bile inanamayacağı yalanlar.
Peki Türkiye savaş ilan eder mi? Böyle bir şeye cesaret edebilmesi için öncelikle ABD’nin; ABD ile birlikte NATO'nun kendisinin peşi sıra savaşa gireceğini garanti altına almak ister. Ama öyle görünüyor ki, ne ABD ne de NATO, böyle topyekün bir savaşa hazır ve istekliler.
Başka engeller de var. Her şeyden önce yeşil Amerikan dolarlarıyla satın alınmış ve önlerine durmadan yeşil Amerikan doları atılması gereken, başıbozuk, toplumun en dip tortusundan oluşan; “başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkumları, hırsızlar, şarlatanlar, yankesiciler, gözden sürmeyi çeken hokkabazlar, kumarbazlar, pezevenkler, genelev işletenler, hamallar, işsiz yazarlar, org çalıcıları, paçavracılar, bileyiciler, kalaycılar, dilenciler, kısacası, ne olduğu belirsiz, çürümüş, kararsız bir yığın”dan (Marx) ibaret olan dinci-faşist çetelerle topyekün bir savaşı nereye kadar götürebilir? Libya’ya ihraç edilen çeteler, dün bir bugün iki, kirişi kırmaya, soluğu Avrupa başkentlerinde almaya başlamadılar mı? Han Şeyhun, Marat El Numan gibi sayısız yeri, ölümü enselerinde hisseder hissetmez bırakarak soluğu İdlib’te alan bu çeteler değil miydi?
Savaş, her şeyden önce masraf demektir ve tamtakır, memur maaşlarını ödemede zorlanan bir hazineyle bir savaş nereye kadar götürülebilir? Vergi biçiminde emekçi sınıflardan sağılan paranın bir sınırı var. Sınır, emekçi sınıfların başkaldırı eğilimidir ve bu eğilim gittikçe güçleniyor. Topyekün savaş ilan etme yolu kapalı görünüyor.
Yine de, Türkiye, bir çılgınlık yapıp savaş ilan ederse, sarayların gümbür gümbür yıkıldığına tanık olacağız demektir.