Irkçı-dinci bir faşistin Yeni Zelanda’da yaptığı katliam, kuşku yok, dünya halklarını acıya boğmuştur.
Türkiye’de dinci-faşist iktidar ve onun başı ise bu katliamı ırkçı, şoven duyguları ve dinci gericiliği kışkırtmak için sonuna kadar kullanmaya çalıştı.


Yeni Zelanda hukukuna, idam cezası olmadığı için çattı. Avustralya devletine, “dedelerinizi tabut içinde gönderdik, sizi de göndeririz” diye meydan okudu; Avrupalı emperyalistlerin tümünü, “islamcılara yönelik saldırılara karşı sessiz kalmakla” eleştirdi vb vb.
En sonunda, Avrupalı emperyalistler Kasımpaşalıya “fazla uzatma dur” kabilinden mesajı verecek, sopa sallayacak, tetiğe basacak birini aradılar. Çekya Cumhurbaşkanı bu işi üzerine aldı ve dünya alemin bildiği bir gerçeği, yeni keşfetmiş gibi, bu zat, “Türkiye IŞİD’le işbirliği yapıyordu” diye açıklayıverdi. “IŞİD’le işbirliği” sopası RTE’yi durduracak en etkili silahlardan biriydi. Çünkü bu sopanın ucunda “uluslararası ceza mahkemesinde yargılanma” diye yazıyordu. Mesaj anında hedefine ulaşmıştı: Dinci faşist iktidarın başı, ırkçı şoven duyguları köpürtmek için başlattığı kampanyayı anında kesti.
Irkçı-şoven zehir saçacağım diye RTE’nin tehdit edip aşağıladığı Avrupa halkları karşısında zor duruma düşen emperyalist hükümetler, zevahiri kurtarmak için tepki gösterir gibi yapmak zorunda kaldılar. RTE’nin “dedeleriniz geldi kimi tabutta kimi ayakta döndü” dediği Avustralya başbakanı bu “rencide edici” ifadelerden sonra ilişkilerin gözden geçirilmesinde “bütün seçenekler masada” açıklaması yapıverdi.
Ama bir iki gün içinde ne olduysa oldu, ne sözler söylendiyse söylendi, hangi tükrükler yalandıysa yalandı ve Avustralya başbakanı, “Meseleyle ilgili ilerleme sağlandı ve Cumhurbaşkanının görüşlerinde yumuşama görüyoruz” diye açıkladı. Bu açıklama sayesinde öğreniyoruz ki, biri dünyanın bir ucunda diğeri öteki ucunda olan “Avustralya ve Türkiye’nin, iki ülkenin insanlarının nesiller boyunca gelişmiş çok büyük bir ilişkisi var”mış. İşin aslı, böyle ufak tefek hırlaşmalar olsa da, itin kuyruğunu ısırmayacağı idi.
Mesele hallolmuştu.
Benzer gölge Yeni Zelanda-Türkiye ilişkilerinin üzerine düştü. RTE’nin “Yeni Zelanda hesap sormayacaksa biz sorarız” diye kükreyen RTE’nin sözlerini “çok rencide edici” bulan Yeni Zelanda hükümetinin hesap sormak için Türkiye’ye gönderdiği Dışişleri Bakanı, kısa bir görüşme yaptıktan sonra görüşme odasından çıkışta, “Yanlış anlaşılmaların çözüme kavuştuğunu” söyledi. Oysa RTE’nin sözlerinde yanlış anlaşılacak bir şey yoktu; ifadeler, sözler gayet açıktı.
Öyleyse, durduk yerde nereden çıktı bu kayıkçı dövüşü?
İşin gerçeği şuydu: Birleşik devrim karşısında “beka” yani ölüm-kalım noktasına gelen ve bunu başka biçimlerde her vesileyle itiraf eden dinci faşist iktidar ve onun başı, çıkış yolu olarak ırkçı-şoven duyguları köpürterek karşı-devrimci kitleyi motive etmeyi seçti. Yeni Zelanda da bir ırkçı-faşistin yaptığı katliam RTE’ye amacına uygun koşulları sağladı. “One Minut” gibi sahte bir çıkış yapma imkanı ortaya çıkmıştı. Onu kullanmak istedi ve onu kullanırken, Avrupalı emperyalist hükümetleri, kendi halkları karşısında zor duruma düşürecek kadar ileri gitti. Cehalet başa belaydı, nerede duracağını bilemiyordu; ya da içinde bulunduğu zor durum onu ileri gitmeye zorlamıştı.
Kapalı kapılar arkasındaki görüşmelerde Yeni Zelanda ve Avustralya hükümetlerine; bu iki hükümet üzerinden Avrupalı emperyalistlere bu durum izah edildi, bağlılık yeminleri tekrarlandı, taahhütler yenilendi, sadakatte sapma olmadığı garantisi verildi ve “meseleyle ilgili ilerleme sağlanmış” oldu.
Başka türlü olabilir miydi? Dinci faşistler, her şeyleri borçlu oldukları emperyalist güçlere karşı bir mücadele içinde olabilirler miydi? Kişinin buna olumlu yanıt verebilmesi için ahmaktan öte bir şey olması lazım.
Sonunda Avrupalı emperyalistler, Avustralya dahil, hepsi dinci faşist iktidarın ve onun başındaki adamın arkasında tespih taneleri gibi dizildiler. Yeni Zelanda’da bir ırkçı faşistin yaptığı katliam öncesinde durum böyleydi; katliam sonrasında, “yanlış anlaşılmaların giderilmesiyle” durum yine böyle olmaya devam etti.
Ama bu durumun kerametini dinci faşist iktidarın başında aramak, onun “anti-emperyalist” olabileceğini sanmaktan daha az bir ahmaklık değil. Dünya karşı-devrim güçlerinin, anti-komünistlerinin böyle tespih taneleri gibi dinci faşist iktidarın ve RTE’nin arkasında dizilmelerinin tek nedeni, Türkiye ve Kürdistan’da gelişmesini bir türlü engelleyemedikleri birleşik devrimdir; bu devrimden duydukları korkudur. Avrupalı emperyalistler ve özellikle Almanya-Fransa ikilisi bu gerçeği çeşitli biçimlerde ve farklı vesilelerle ara ara itiraf ediyorlar. İşte Alman hükümetinden bir itiraf:
“Türk ekonomisinin istikrarlı olması bizim de çıkarımıza, gelişmeleri izliyoruz.” Elbette durum böyle olunca Merkel’den tutalım da onun eski Dışişleri Bakanına kadar hepsinin RTE önünde yerlere eğilmeleri anlaşılır oluyor.  
Emperyalistler, Türkiye’de olabilecek en zalim, en kanlı, en baskıcı hükümeti birleşik devrimin devrimci demokratik hükümetine milyon kere tercih ederler. Dinci faşist iktidarın ve onun başının sağa sola sataşmasında takındığı pervasızlığın kaynağı işte bu olgunun bilincinde olmalarıdır. Biliyorlar ki, birleşik devrime karşı emperyalistler kendilerinin arkasında durmak zorundalar.
Ayrıca, RTE ve dinci faşist iktidarın, şu ve ya bu ölçüde bile olsa, anti-emperyalist bir politika izleyebileceğini düşünenlere hatırlatmak isteriz ki, RTE ve dinci faşist parti, bizzat ABD-Almanya ortaklığının izni, onayı ve isteği ile iktidara taşındılar.