Birkaç gün önce bir TC “mahkemesi”, bir kadını taciz etmekten dolayı 25 yıl ceza alan bir “kişi” için “unutulma hakkından” yararlanma kararı verdi!

Hani mahkeme duvarlarında koca koca harflerle bir söz yazılıdır: “Adalet Mülkün Temelidir!” diye. Hani herkes de bu sözü kendince yorumlar, kimine göre kasıt devlettir, kimine göre hak-hukuk, kimine göre de mal-mülk. Peki bu örnekte bu adalet neyin temeli oluyor? Bunun cevabını da yazacak mısınız o koca koca harflerle, o mahkemelerinizin o duvarlarına!..

“Yüce adaletin” bu kararı nedeniyle artık bu insanlık düşmanı ve (binlerce benzer karar geleceğinden dolayı) insanlık düşmanlarının tamamı için hiç bir şey yazılıp söylenemeyecek. Bir yanda tüm toplumu unutmakla cezalandıran bu “yargı” kararına karşı doğru düzgün bir ses çıkarılmamış olması diğer yanda kadına karşı işlenen sonsuz suçlar silsilesi. Sadece bu bile içinde yaşadığımız bu toplumun ne kadar derin bir çürümenin içinde olduğunu göstermeye yetiyor. Zira sineye çekilen ve yeterince ses çıkarılmayan bu tür şeyler öylesine çoğaldı ki engin sanılan o sinelerden çoktandır ağır bir leş kokusu yayılmaya başladı bile!..

“Pek yüce Türk yargısı”nın bu emsalsiz unutturma kararına rağmen ya da buna karşın unutulmamalı ki, insanlığa karşı işlenmiş bir suçu unutmak en hafif deyimle yenilerinin işlenmesine göz yummak ve hatta bunu desteklemektir. Buna karşılık hatırlamaksa bir görevdir ve hatta bazen de bir erdem. Öyleyse ister harika bir yaşanmışlığı isterse de kötünün en kötüsünü unutmanın yararı ne? Size, bize, doğmuş ya da doğacak olan çocuklarımıza, yarınlara ne faydası olacak. Unutmak bir insanın görevi olamaz ve hiç bir şart altında bir erdem sayılamaz. Unutmak; insanın yarını, sevilemeyecek kadar çok şeyi olsa da bugünü sevilecek hiç bir şeyi olmasa bile, dünü unutmak, kendini unutmak, en uzağındakini unutmak, biraz uzağındakini unutmak, en yakınındakini unutmak, yok saymaktır!..

Elbette diğer bir yandan unutmak kendi içinde insan doğasının bir özelliğini de taşıdığı için belli bir noktaya kadar normal sayılabilir. Ancak buradaki unutma kendiliğindendir ve eylemin edilgenliği oranında insan masumiyeti de korunmuş olur. Lakin buradaki şart buradaki unutmanın istisnai ve toplumun geriye kalanını etkilemeyecek derecede önemsiz konu, konular ya da olay, olaylar şeklinde olmasıdır. Kısacası unutulan şeyin toplum nezdinde bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu istisnai durum dışında, insanın bilinçli doğası (psikolojisi) ciddi konularda unutma eylemini reddeder. Bu nedenledir ki, unuttum diyenler çoğunlukla kendilerine ve başkalarına yalan söylemektedir. Evet, belki de bu kadar basit değil denecektir ama hepsi bu kadar basit.

Sorun şu ki bütün bunlara rağmen unutuyoruz. Unutamadığımızda unutmuş gibi yapıyoruz. Unutmuş gibi yapamadığımızda bilmezden geliyoruz. Bilmezden gelemediğimizde anlamamış gibi yapıyoruz. Anlamazlığa veremediğimizde fark etmemiş gibi yapıyoruz. Oysa her şeyin bal gibi de farkındayız, her şeyi gayet iyi biliyor, anlıyor ve hatırlıyoruz; ama buna rağmen “mış”, “miş” gibi yaparak bencilce hayatlarımıza devam ediyoruz. Bunun ise sadece bir anlamı var; ikiyüzlülük. Maalesef, ikiyüzlülük sınıflı toplum insanının ayırt edici özelliklerinden biridir.

Unutma adlı bu hastalıklı durum ya da unutmuş gibi yapan bu ikiyüzlülük yaşamın her alanında mevcut ve bugün olduğu gibi dün de böyleydi. Özellikle de kadınlara karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda kat be kat artıyor. Bunun binlerce onbinlerce örneği var. Dinsel mitolojiden, bilim cephesine oradan günlük hayata varana dek. İşte üç kısacık örnek.

Bize hep şunu söylediler (hala da söylüyorlar!): “Cennet annelerimizin ayaklarının altında!” Fakat annelerimizin de babalarımızın ayaklarının altında çiğnenmekte olduğunu hiç söylemediler. Ve yine hiç söylemediler ki, eğer anneler babaların ayakları altındaysa, bütün çocuklar da bu ayakların altında ezilmekte ve acı çekmektedir. İşte hepimiz hayata buradan başlıyoruz; babalarımızın ayakları altında çiğnenen annelerimizin acılarla dolu çığlıklarının içinden çıkıp gelerek. Yani aslında bize şöyle diyorlar; işte cennet orada babalarınızın vurduğu, dövdüğü, katlettiği annelerinizin ayaklarının altında! İyi de bu cennetin değil olsa olsa cehennemin yolu hatta kendisi değil midir? Fakat esas sorun bu değil zira bu mitteki iki yüzlülüğü fark etmeyen hiç kimse olmadığı halde, farkında değilmiş gibi yapılmasıdır ve işte esas sorun da budur.

Aymazca unutmuş numarası yapan bu iki yüzlülüğün bilim cephesindeki sayısız örneğinden biri de Marie Cure’ye karşı yapılanlardır. Bilim alanındaki büyük başarılarına rağmen hem bilim cephesinde hem de özel hayatında erkek egemen sınıflı toplumun baskılarına karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Zira o “muhteşem” Avrupa'nın o “süper” erkek profesörleri bir kadının profesör olamayacağını düşünüyorlardı. Marie Cure gibi bir bilim dağı karşısındaki bu çapsızların dehaları öylesine engin ve karakterleri öylesine sağlamdı ki onun karşısına sayısız engel çıkarmakta hiç bir sakınca görmediler. Çünkü o sıralar bilim, “Tanrı dağı” kadar erkekti. Hepsi bu da değil, eşi Piere ölmüştü ve yeniden aşık olma cüretini göstermişti. Bu yüzden Avrupa'nın o aydın geçinen eril çetesi acımadan onu linç etmeye başlamıştı; çünkü hepsi “Tanrı dağı” kadar ikiyüzlü ve erkektiler.

Son örnekte şu anki sosyal yaşamımızdan. Zira yirmibirinci yüzyılın şafağındaki resmimizin bir parçası da budur. Çoğu insan hatta neredeyse herkes bugün kadınların özgür olduğunu söylemekte. Doğru ya kadınlar o kadar çok özgür ki tıpkı erkekler gibi nasıl yaşayacaklarına kolayca karar verebiliyorlar. Madem böyle o halde çok basit bir soruyu kendimize sormakta hiç bir sakınca yoktur. Bir erkek olarak, en son ne zaman bir kıyafeti giymeden önce, şöyle düşündük: “Başkaları ne düşünürse düşünsün, bunu beğendim ve giyeceğim!” Çok basit bir şey değil mi ama kadınlar hergün bu cesarete ihtiyaç duyuyor, duymak zorunda kalıyor. Bazıları bu cesarete övgüler dizebilir. Fakat bırakalım saçma sapan övgüleri bir kenara. Eğer bir kadın istediği gibi giyinmek, istediği gibi yaşamak, istediğince konuşmak, istediği işi yapmak için ayrıca bir cesarete ihtiyaç duyuyorsa orada ne övünülecek bir şey ne de özgürlük vardır, orada var olan bunu görüp de görmemiş gibi yapanların ikiyüzlülüğü ve esasta da sınıflı toplumun o iğrenç erkek egemen kültürüdür.

Şimdi ve hala bunların geçmişte kaldığını söyleyenler varsa, her gün vurulan, kurşunlanan, lime lime edilen, tacizlere uğrayan onlarca kadına rağmen; yaptıkları tek şey bu suçların üstünü örtmek ve tekrar etme pahasına söylemeliyiz ki yenilerinin de yolunu açmaktır. Bütün bunların ne kadar çok geçmişte kaldığının son ispatı bir kaç gün önce Siirt’ten geldi. Bir subay çocuk yaştaki bir kadını, bir çocuğu kaçırdı ve dört gün boyunca taciz etti. Olay açığa çıktığı halde bu subay tutuklanmadı ve eğer işlediği bu adice suçun delilleri adli tıptan gelmeseydi hala da tutuklanmayacaktı. Ancak bu subayın da tıpkı onlarca örneğinde olduğu gibi çok da uzun süre tutuklu kalmayacağı da kesin. Peki bütün bu rezaleti kaç kişi hatırlayacak. Belki bu yazdıklarımıza karşı çıkılacak ve asla unutulmayacağı söylenecektir. Tıpkı bir kaç yıl önce Adana’da kaçırılarak bilekleri kesildikten sonra ateşe verilen genç kadının adını unutmadığınız gibi ve tıpkı bedeni şuan Dersim’de bir barajın dip çamurunda aranan kadının adını unutmadığınız gibi. Hatta daha bir ay önce cesedi bir varile konarak İstanbul ormanlarına gömülen kadının adını unutmadığınız gibi...

Şurası açık ki bu toplumsal sistem ayakta kaldığı sürece insanlık daha da fazla tükenecek, hem de çürüyerek. Artık burnumuzu yıkıp geçerek ruhumuzu kanatan bu iğrenç kokudan kurtulmanın zamanı geldi. Artık bu yaşayan ölülere tahammül etmek imkansız...

Belki bir “mahkeme” de bu leş kokusunu unutmamız için yeni bir karar alır ve böylece bu defa da o “yüce adalet” çürümenin temeli olur ve de sessiz kalanların hepsi de bu çürüme hakkını sonuna dek kullanır.

Hatırlamak, unutmamak, insan kalabilmekte ısrardır. Seçim sizin!..

Kenan KIZIL