Türkiye ekonomisindeki payı son 20 yılda %30’lara ulaşan inşaat sektörü, yüksek kar oranları sayesinde ekonominin ayakta kalmasına önemli katkı sundu. Öyle ki, asıl faaliyet alanı farklı sektörler olan birçok sermaye grubu, pekmeze üşüşen sinekler gibi bu sektöre el attılar.
İnşaat sektörünün ekonomideki ağırlığının bu denli artmasıyla koşut biçimde, inşaat sektörü ile siyasi iktidarın birbirini var etmesi, birbirini beslemesi ve kaynaşması yıldan yıla belirginleşti.
Yani inşaat iş kolu, son 20 yılda hem Türkiye ekonomisinin hem de siyasi iktidarın temel dayanaklarından, ana kolonlarından biri haline geldi dersek, durumu abartmış olmayız. Şimdi bir adım daha ileri gidelim.
Konut inşaatı üzerinden yaratılan rant, özellikle orta sınıfların gözünü kamaştırdı. Zenginlik sağlayan düzeni korumak adına, siyasi iktidara yandaşlık yahut kayıtsızlık bu kesimlerin belirgin tavrı oldu. Küçük burjuvalar ve küçük burjuvalaşmış olan işçi aristokrasisi içinde de, uzun vadeli konut kredileri vasıtası ile işleyen düzene yandaşlık, kayıtsızlık veya taş çatlatan sabır hali belirgin tavır haline geldi.
Yani bu iş kolu, kapitalist ekonominin ve mevcut siyasi iktidarın en önemli taşıyıcı kolonlarından biri olmakla kalmadı; aynı zamanda, toplumsal muhalefetin küçük burjuva kesimini dizginlemenin en önemli dayanaklarından biri oldu.
Şimdi bir adım daha ileri atıp, şu soruya yanıt arayalım: Türkiye kapitalizminin ekonomik, siyasal ve toplumsal taşıyıcı kolonlarından biri haline gelen inşaat sektörü neyin üzerine yükseldi?
Toprak rantı ve yoğun emek sömürüsü üzerine. Şüphesiz ki, toprak rantının büyük payı var, lakin, toprağın üzerinde yükselen bina olmadığı sürece, toprak rantının bu ölçüde gerçekleşmesi de mümkün değildi. Dolayısıyla mesele dönüp dolaşıp emek sömürüsüne dayanır.
Yani inşaat işçisinin sömürüsü üzerinden elde edilen ekonomik-siyasal-toplumsal güçle tepedekiler tepişebilmiş orta sınıflar yemlenerek toplumsal başkaldırılar frenlenmeye çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle, kapitalist düzene taşıyıcı kolonluk eden inşaat sektörünün taşıyıcı kolonu da inşaat işçisidir.
Bir adım daha ileri atıp, artık şu soruya cevap arayabiliriz: bir binayı yıkmak istiyorsanız patlayıcılarınızı onun duvarlarına mı yerleştirirsiniz yoksa taşıyıcı kolonlarına mı? Veya başka bir şekilde soralım. Diğer etkenlerden arındırarak kısa ve basitçe özetlediğimiz bu tablo, hem AKP’yi hükümetten indirmeye hem de kapitalizme son vermeye ant içenlere ne anlatıyor? Tıpkı tekstil, tıpkı otomotiv sektörlerinde olduğu gibi, inşaat iş kolunda örgütlenmenin ve mücadelenin ne kadar temel önemde olduğunu.
Bu kadar önemli bir iş kolunda örgütlülük ve mücadele düzeyi nedir peki? Çalışma ve Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 2018 verilerine göre, bu iş kolunda çalışan işçi sayısı 1 milyon 747 bindir. Kayıt dışı olan kısım, bu rakama dahil değil. Yine aynı bakanlığın verilerine göre, bu iş kolunda faaliyet yürüten 9 sendikanın toplam üye sayısı 55 bin. Ve bu 55 bin işçinin 52 bini Yol-İş sendikasına, yani asıl olarak karayolları gibi kamuya ait alanlarda örgütlenen sendikaya üye. Yüzde ile ifade edecek olursak, hepi topu sendikalaşma oranı %3.
Bu rakamları görünce, insan ister istemez şöyle düşünüyor. Devasa karlar elde edildiğine ve bu alan sistem için çok önemli hale geldiğine göre, işverenler işçilere çok yüksek maaş, sosyal haklar veriyor olmalı ki, bu işçiler örgütlenme ihtiyacı, dürtüsü hissetmiyor olsun. Gerçek böyle mi?
Sadece Temmuz 2016 -Temmuz 2018 arasında, inşaat sektöründe, 904 işçi yaşamını yitirmiş. Kaba bir hesapla, bu sektörde son 20 yılda 8000 işçinin yaşamını yitirdiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifade ile 2 günde 3 işçi, iş cinayetlerinde ölüyor. İnsan hayatının bu denli hiçe sayıldığı bir sektörde, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarının ne düzeyde olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Somut örneklerini görüyor, yaşıyor, dinliyoruz zaten.
Sendikalılaşma oranının yok denecek düzeyde olması, bundan değilse başka neden olabilir peki? Mesela, uzun bir döneme yayılan iç savaşın, toplumun diğer kesimlerini olduğu gibi işçi sınıfını da siyasal olarak ayrıştırdığını biliyoruz. Bu durumun sonucudur diyebilir miyiz?
Bir noktaya kadar, evet diyebiliriz. Ama bu %3’e karşı %97’i bulan örgütsüzlüğü açıklamaz. İki sebeple ilki, iç savaşın yarattığı siyasal kutuplaşma bu oranlara karşılık gelmiyor. Bu kutuplaşmanın en keskin uçları açısından dahi bakılsa, sendikalaşma oranının en az %10’ları geçmesi gerekir. İkinci sebep, bu işkolunda ağırlıklı olarak çalışanların Kürt işçileri olması (diğer büyük kitle Karadenizlilerdir). Ulusal hareketin Kürt halkı içindeki etki, yönlendiricilik düzeyinin en az %50’lere vardığını bildiğimize göre, bunun bu sektöre yansımasının, inşaat sektöründeki işçilerin en az %25’ine karşılık geleceği açık. Dolayısıyla iç savaşın politik kamplaştırıcı etkisi hesaba katılsa dahi bu durum bir hesapla en az 170 bin bir diğer hesapla ise en az 450 bin işçinin sendikalı olmasının önünde engel değil. Bilakis, en az 170 ile 450 arasındaki sendikalı işçinin varlığı beklenir doğal olarak.
Halen aradığımız soruya cevap bulamadık. 55 bin gibi görünen ama özünde 2 bini aşmayan bu sendikalaşma oranı nasıl açıklanabilir?
Sendikalaşan, bu yönde çabaya giren işçilerin çabuk tespit edilip işten atıldığı, denetimin yoğun olduğu, iş kolunun çok dağınık olduğu vb. gerekçeler ileri sürülebilir. Fakat bu işkolunda sendikalaşma çabasında oldukları için işten atılan işçilere dair hemen hemen hiç haber göremiyoruz. Onbinlerce işçi bu durumla muhatap olsaydı, buna karşı verecekleri mücadele gizlenemez ve yaratacağı etkide muazzam olurdu. Yine denilebilir ki, işçi sınıfının tek örgütlenme biçimi sendika değildir. İşkolunun koşulları nedeniyle, işçi komiteleri biçiminde örgütlenme ağırlık kazanıyor. Elbette mümkün, gerek sendikalar gerekse siyasi hareketler bu bilgiye, deneyime sahip. Fakat hem bu işyerlerindeki çalışma koşullarının kötülüğünün olabildiğine devam etmesi, hem iş cinayetlerinin devam etmesi ve hem de bunlara karşı yapılan eylemlerin yetersizliği ve çoğunlukla da kendiliğindenliği bu yönde bir örgütlenmenin de yok denilecek kadar yetersiz olduğunu ortaya koyuyor.
Tüm bunlardan sonra geriye tek bir seçenek kalıyor, inşaat işçisinin örgütlü bir güç haline dönüştürülmesi, örgütlü bir sınıf mücadelesi yaratılması için gerekli çabanın ortaya konmadığı. Bunu yapabilecek yapılardan biri sendikalar. Ve biliyoruz ki, sendikalar mücadele örgütü olmaktan çıkmış durumda. Soma’da 301 maden işçisinin katledilmesini sineye çekecek sendikalar, sadece hiçleştiklerini değil, aynı zamanda her açıdan çürüdüklerini de ortaya koymuş oldular.
Bu durumda geriye sol sosyalist, devrimci hareketlerin çabası kalıyor. Kimi sendika ve işkollarında etkin olan sosyal-reformistlerin ve oportünistlerin mücadele anlayışlarını çeşitli vesilelerle eleştirdiğimiz ve bu işkolu özelinde de etkin, özel bir yanları olmadığı için, bunların durumunu es geçebiliriz. Geriye iki aktör kalıyor. Biri, proletaryanın devrimci sınıf partisi diğeri de ulusal hareket. Tüm kısa özetimizden de anlaşılacağı üzere, bu alan, bu iki siyasi hareket için önem taşıyor. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına sözüne uyalım bu aşamada.
Proletaryanın devrimci sınıf hareketi için, işçi sınıfının örgütlenmesinin temel önemde olduğu, olmazsa olmaz olduğu açık. Sadece sınıfsız sömürüsüz topluma ulaşmak için değil, demokratik devrimi güvenceye alabilmek için de bunun şart olduğuna her vesileyle ve her açıdan dikkat çekilmekte. Bu yönde kesintisiz bir şekilde irade ortaya konduğu ve çaba harcandığı da açık. Bu doğrultuda, inşaat iş kolu içinde emek harcanmakta. Gerek devrimci bir sendikanın yaratılması gerek dışarıdan inşaat işçileriyle ilişki ve bağ kurmak, gerekse de bizzat bu alanda çalışmak üzere “insanlar” yollanarak bu alanla bağların geliştirilmesi yönünde bilinçli çaba içinde olunmuş ve her fırsat değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Ama sonuç açısından bakıldığında, yetersiz kalındığı da tüm bunlar kadar gerçek. Tüm nesnellik alabildiğine yüksek sesle şöyle sesleniyor: Çabanız yetersiz. Değiştirmek istiyorsanız değişin, kendinizi aşın. Binayı çökertmek için patlayıcılarınızı kolonlara yerleştirin. Niceliğiniz yetmiyorsa, niteliğinizi güçlendirin.
Nesnellik, bunu sadece bu iş kolunda örgütlenme açısından talep etmiyor. Aynı zamanda, çok büyük önem verilen halkların mücadele birliği açısından da bunu talep ediyor. Çünkü bu alanda çalışan işçilerin önemli bir bölümü Kürt’tür, Kürdistanlıdır. Metropollerde bu işçilerle kurulacak bağın, Kürt proletaryasının bağımsız sınıf hareketini yaratmaktan yoksul köylülük ile ilişkilenmeye kadar uzanacak bir çok sonucu olacaktır. Başka bir ifadeyle, sermayeyi ayakta tutan bir diğer kolon olan Kürt ve Türk halklarının ve proletaryasının bölünmüşlüğüne de son verecek dinamiğe sahiptir.
Tüm bunları toparlarsak, inşaat iş kolunun sadece kapitalist düzen için değil aynı zamanda onu yıkmak isteyenler içinde ne kadar stratejik bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse hak ettiği değeri vermek lazım.
İ.Cevat Çetiner