Brecht, bir komünist olarak “Kapitalizmi zorlamaya niyetiniz yoksa faşizmi zorlayamazsınız” derken Leninistlerin sürekli altını çizdiği faşizmin sınıfsal kökenine, tekelci sermayenin egemenliğine işaret etmiştir. Bu demokrasi mücadelesi için de böyledir.
Politika, “toplumsal düzen ile ilgili olan” anlamına gelir. Toplumsal düzen, toplumsal yaşayış ile ilgili her şey politikanın içine girer. “Ben politika yapmıyorum” diyen biri bile toplumsal yaşayış içinde kurduğu ilişki ve bağları verili halleriyle kabul ederek, var olan toplumsal düzenin devam etmesi yönünde, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket etmiş olur. Kişi kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket etmiyor ise, başka sınıfların çıkarına hareket ediyor demektir.
Marksizmi dünyayı değiştirme eyleminin bilimi olarak görmesek, marksizmi aşan küçük burjuva teorisyenlerin emekçilerin mücadelelerine yaptıkları katkılara bakıp da keyiflenebilirdik. Ne de olsa tüm insanlığı böyle derhal kurtaracak katkılar en son 17. yüzyıl ve 18. yüzyıl ütopiklerinin yaptıkları şeylerdi.
“Sosyalizm, yani şu demek ki dayı kızı
Kırmızı elmalar gibi gülüşüdür çocukların...”
Sosyalizmin en sade, en güzel tanımını sorarsanız işte Nazım'ın bu dizeleridir derim. Bana bu dizeleri hatırlatan ise önümdeki manzara oluyor.
Korku ve umut, harekete geçirici iki önemli duygudur. Burjuvazi tarihsel gelişme sürecinde gerici konuma düştüğü andan beri, emekçileri kendi sınırları içinde tutma çabasını korku üzerinden şekillendiriyor. İşini kaybetme korkusu, hayatın düzenini kaybetme korkusu, daha iyisini istediğinde yaralanma, ölüm yahut hapsedilme korkusu. Başka bir geleceğin olmadığı korkusu, kaos ve anarşi korkusu. “Daha iyisi olacak” umudunun tükendiği toplumsal koşullarda, daha beteri olacak korkusunun işçi ve emekçilerin yüreğine türlü yollarla salınması çabası, burjuva sınıfın kesintisiz bir propagandası olarak boca ediliyor toplumun üzerine.