Dünya halklarının büyük bir devrimci savaş birikimi var. Tarih boyunca birbirinden öğrenen, deneyimlerini paylaşan halklar, yüzyıllardır bu büyük birikime yeni deneyimler katarak, onu adeta ortak bir miras olarak büyütmekte. Faşist iktidarları veya işgalci orduları yenmek için her biri bu ortak mirastan faydalanmakla yetinmiyor, kendi dehasını da kullanarak, aldığından daha fazlasını da ona geri katıyor.

"Onbinlerin Dönüşü"nde Atinalı paralı askerlerin Kuzey Kürdistan'ın serhat dağlarındaki utanç verici hezimeti buna bir örnektir. Dağlarda yaşayan "yerli kavimler" (Tarihçilere göre Kürtler) Atinalı askerleri müthiş bir silah ve savaş taktiğiyle perişan etmişti. Bu ölümcül silah ve savaş taktiği şuydu: Dağdan aşağı düşmanın üstüne koca koca topları yuvarlamak! Üstelik serhat dağlarında her taştan her çapta bolca vardı! Birçok araştırmacının, askeri bir deha olarak gösterdiği Yunan komutan, daha fazla ısrar etmenin anlamsız olacağını ve durumu daha da berbat hale getireceğini anlamış olacak ki, güzergahını değiştirmek zorunda kalmıştı. Çünkü o dağlarda milyonlarca taş onun ise sadece onbin askeri vardı! Yazdığı kitapta bu köleci komutan bu dağlarda yaşayan insanları "vahşiler" diye küçümsemiş olsa da, bizler bugün biliyoruz ki, bir zamanlar kralların bile önünde tir tir titrediği bir orduyu, o dağlarda, o yerliler bozguna uğrattı ve onları bu acıyla geri yolladı. Başka bir örnek ise General Sandino'nun içine saman doldurduğu üniformaları birer savaşçı gibi mevzilere yerleştirmesiydi. "Şanlı" ABD ordusunun subayları o kadar çok zeki insanlardı ki, saman adamların ölmediğini anlamaları için onları uzun zaman boyunca tekrar tekrar vurmaları gerekti. Sonunda başarılı bir saldırıyla saman adamların hepsini tek tek esir almaya başladıklarında ise Sandino ve ordusu yapacağını başka bir yerde çoktan yapmıştı. Resmi ABD tarihi bunu yazmasa da, Eduardo Galeno gibi dürüst bir tarihçi sayesinde artık biliyoruz ki, silah üstünlüğüne aşırı güvenen ABD ordusunu, Güney Amerikalı devrimci general Sandino ve onun halktan oluşan devrimci ordusu aptal sürüsüne çevirmiştir.

Önce koro halinde bağırmaya başladılar "Üç saatte bitireceğiz işlerini, bitireceğiz" diye. Göbels'e taş çıkartan Nazi propagandası eşliğinde. Faşist TC devleti Afrin'e girdi. Emir komuta sistemi bozulmuş, prestiji dibe vurmuş, kırk yıllık iç savaşta yenilgilere doymuş bu akılsız metal yığını girer girmez de halkın çelikten iradesine çarparak olduğu yerde mıhlanarak kaldı. Hal böyle olunca da "üç saat" önce "üç gün"e çıkarıldı. Sonra üç gün de geçti ve anlaşıldı ki, bu da hiç gerçekleşmeyecek olan: "Emevi Camiisinde Cuma namazı kılma"ya döndü. "Elbette tedbirli" olunacaktı, ne de olsa ordu zaferden zafere koşuyordu, yavaş ve emin adımlarla ilerleyecekti. Böylece "Kısa sürede bitecek" söylemi yerini "Bittiği zaman bitecek"e yani yenemiyoruz'a dönüştü! Öyle ya "Emevi camiinde Cuma namazı" olmayacağına göre bari Afrin'de bir bayram namazı da olurdu. Fakat görünen o ki, bu plan da olmayacak ve ellerinde kala kala bir cenaze namazı kalacak, o da muhtemelen Katar'daki bir camide!

Bir savaşta üç olası sonuç vardır: Yenmek, yenilmek ve yenişememek. Ancak günümüz koşullarında bir işgal hareketinde üçüncü seçenek artık mümkün değil. "Kaybedilen Dünya İmparatorluğu" adlı kitapta aynı zamanda Nazi kurmay heyetinde de olan kitabın yazarı faşist general, bir işgal saldırısında yenişememe durumunda işgalci ordunun nasıl çöktüğünü de anlatıyor. İşgal orduları durdurulduktan hemen sonra ortaya devasa bir lojistik sorunu çıkıyor. Yakıt, cephane, gıda malzemesi vs. vs. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, bir ordu da sırf bu görev için oluşturulmalı. Dahası, yerinde sayan bir ordunun sadece harcadığı cephane için bile uçsuz bucaksız bir ekonomik zenginlik gerekiyor. Üstüne bir de işgale uğrayanların sonu gelmeyen irili ufaklı saldırıları eklenince, bozgun kaçınılmaz hale geliyor. Bu kitap bir işgal hareketinin boyun eğmeyen bir halka ve onun devrimci ordusuna çarparak nasıl bir uçuruma yuvarlandığını da kendi amacı dışında gösteriyor.

Bunun en önemli nedenlerinden biri halkın örgütlü olmasıdır. Halk katledilebilir, lazer güdümlü füzelerle, savaş uçaklarıyla, korkakça vurulabilir. Haber sunucuları salyalarını akıtarak öldürülen masum insanların sayısını zafer havasında sunabilir. Ama bu bir zafer değildir. Bu bir yenilgi bile değildir. Bu çürümüşlüğün en iğrenç halidir. Öldürmekle kazanmak aynı şey değildir. Tıpkı yaşamakla kazanmanın aynı şey olmaması gibi!..

Sovyetler Birliği'nin II. Dünya Savaşındaki insan kaybı yirmibeş milyondur. Faşist Almanya'nınki ise bundan çok daha az. Fakat savaşı tartışmasız bir şekilde Sovyet halkları ve Kızıl Ordu kazanmıştır. Çünkü onlar hem örgütlü halkların aktif desteklerine hem de savaşı kazanacak cesarete ve zekaya sahiptiler. Vietnam'da da durum çok farklı değil. Vietkong'un insan kaybı ABD'ninkinden çok daha fazladır. Fakat zafer yine de Vietkong'un olmuştur. Çünkü işgale karşı koyan halklar mucizeler yarattı. Toplumsal deha böyle anlarda ortaya çıkar. İşgalcinin paranoyası da bundan sonra başlar. İçtiği su, geçtiği yol, gölgesinde durduğu ağaç ölüm doludur. Bazen boşaltılan bir köyde "kazara" geride bırakılmış ve nar gibi kızarmış bir tavuk budunun içindedir ölüm, bazen masada unutulan bir elmanın! Sonunda bir işgalcinin canı çeker ve o elmadan koca bir ısırık almak ister! Koca ordunun psikolojisinin bozulması çok zaman almaz. Bu koşullar kısa sürede etkisini gösterir ve tepeden tırnağa sılahlı bir ordu günler içinde psikopat bir gruba dönüşür!

Bahsettiğimiz bu toplumsal dehanın binlerce, onbinlerce örneği mevcut. Ancak biz son bir örnek vermekle yetineceğiz. Zira bu çarpıcı bir örnektir: Vietnam'da ülkenin kuzeyinden ABD işgali altındaki güney bölgelerine uzanan bir yol vardır. İsmi "Zafer Yolu"dur. Buradan her gün bir çok kamyon Vietkong'a gerillalar için cephane, tıbbi malzeme getiriyor. Yaralı ve hastaları güvenli alanlara götürüyordu. ABD ve güneydeki kukla (Dien Pu) hükümeti bir baş belası saydıkları bu yolu bir türlü yok edemediler. Çünkü yolun kendisi illegaldi! Ülkenin bir ucundan öbürüne uzanan ve üzerinde kamyonların cirit attığı ancak buna rağmen bulunamayan bir yol! ABD nadiren de olsa bazen yolun yerini tespit ediyor ve derhal savaş uçaklarıyla yolun üzerindeki tüm köprüleri, geçitleri yerle bir ediyordu. Ama ne çare, en fazla bir iki gün sonra yol başka bir güzergahtan çalışmaya başlıyordu. Bu yolun adeta ölümsüz olmasının yegane nedeni ise Vietnam halkının kendisidir. Evlerini söken yoksul köylüler bu malzemelerle bombalanan köprüleri yeniden yapıyordu. Mantık basit. "Eve giden yol yoksa ev de yoktur!" Ev yani Özgür Vietnam! Ancak ABD uçakları köprüleri yeniden havaya uçuruyordu. İşte o anda halkın toplumsal dehası devreye giriyor. Bu kez köprüleri suyun üstünde değil içinde yapıyorlardı. Tabi kamyon tekerinin değeceği kadar da yüzeye yakın. Artık görünmez olan köprüleri ABD bir daha vuramayacaktı. Kamyonlar da unutulmuyor onların üstü de boydan boya tahta perdahlarla kapatılıyor ve görünmüyorlardı. Dahası bu yol bir göl ve birçok göletten geçiyordu. Buralarda ise yine halkın inşa ettiği ve iki üç kamyonu üzerinde taşıyan özenle yeşillendirilmiş yüzer adacıklar devreye giriyordu. Bunların da çoğu malzemesi sökülen evlerden! Bu yol zafere kadar defalarca ve defalarca kez yeniden yapıldı. Bugün hala orada ve aslında dünyanın her yerinde.

Halklar karşı koyar, savaşır, boyun eğmez ama bu yeterli olmaz. Öncüleri ortaya çıkıp halk hareketin örgütlü, programlı hale getirene kadar yeterli olmayacaktır. Vietnam beş yüz yıl boyunca işgalcilere karşı savaştı ancak onu zafere komünistlerin (Vietnam İşçi Partisi) öncülüğü taşıdı. Avrupalı devletler her fırsatta Rusya'yı işgale kalkıştı ancak komünistlerin öncülüğündeki halklar onlara öyle bir şamar indirdi ki, bir daha asla diye ant içtiler. Küba'da Jose Marti'den beri süren savaşı yine devrimciler taşıdı zafere. İşte Leninistler, bu kervanın bir parçasıdır, onlar Marx'ın, Hitler faşizmini yere çakan Kızıl Ordu'nun, sık ormanlarda Vietkong gerillalarının, Sierra Maestralardaki o ilk on yedi gerillanın yoldaşlarıdır. Bu bir ajitasyon değil gerçektir. Nerede işgalcilere karşı savaşan bir halk varsa, Leninistler orada oldular. Bu bilinçle olmaya da devam ediyorlar. Dün Filistin cephelerinde Teğmen Ali'ydiler bugün Rojava'da Leninist Parti. Biz bu bilinci ve cesareti taşıyoruz zafere. Geleceğe böyle yürüyoruz.

Azer Kızıl