Anayasa Mahkemesi 26.07.2019 tarihinde, barış çağrısı yapan akademisyenlerden bazılarının yapmış olduğu başvuru dosyasında tüm başvurucular lehine “ifade özgürlüğünü ihlal” ve “yeniden yargılanma” kararı verdi. Karar oy çokluğuyla verildi ve üyelerden bazıları karşı oy şerhi sundu.
Söz konusu bildiri 11.01.2016 tarihinde başlangıçta 1128 akademisyenin imzasıyla 2015 ve 2016 yıllarında gerçekleşen Kürt halkının özyönetim ilanları ve devletin bu olayları önlemek için giriştiği saldırı nedeniyle yayımlanmıştır. İmza çağrıcılarının genel olarak talebi sokağa çıkma yasaklarının ve çatışmaların sona erdirilmesidir. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığı imzalanan bildiriye destek büyümüş, toplamda 2200 imzacı sayısını aşmıştır. Metin Türkçe ve İngilizce olarak iki dilde hazırlanmıştır.
İmzacı akademisyenlerin çoğu hakkında örgüt propagandası yapmak suçundan dava açılmış, bir kısmı OHAL KHK’sı ile görevden ihraç edilmiştir. Bir kısmı da üniversite yönetimlerince işten atılmıştır. Kimileri istifaya davet edilmiş, kimileri emekli edilmiş, çok sayıda akademisyen de kendisi istifa etmiştir.
İmzacı 2200 akademisyenden 785’i hakkında terör örgütü propagandası suçundan dava açılmıştır.
Yerel Mahkemelerin Örgüt Propagandası Olarak Gördüğü Unsurlar
Yerel Mahkemeler verdikleri propaganda suçu kararlarının gerekçesinde öncelikle devletin içinde bulunduğu zorlu süreçten dem vurup PKK’nin özyönetim çağrısında bulunduğunu, PKK’nin yollara bombalı tuzaklarla barikatlar kurup hendekler kazdığı, özyönetim adı altında işgal eylemleri gerçekleştirdiği, halkı sürgüne zorladığı, evini terk etmeyenleri rehin aldığı, rehin aldığı insanları kendisine kalkan olarak kullandığı, yapılan eylemlerle ülkemizi uluslararası kamuoyu gözünde küçük düşürmeye çalıştığı ve bu olaylar sonucunda uluslararası örgütler tarafından ülkeye müdahale sonucunu doğuracak bir ortam hazırladığını belirtmişlerdir.
Yine yerel mahkemeler devleti savunmak için kararlarında devletin müdahalesinin zorunlu olduğunu, sokağa çıkma yasaklarının hukuka uygun olduğunu, devletin orantısız müdahalesininse tamamen iç hukuka uygun yapıldığını savunmuşlardır.
Kıyım, katliam, sürgün ifadeleri
Bildiride geçen “kasıtlı ve planlı kıyım”, “katliam”, “bilinçli sürgün” gibi ifadeler mahkemeleri rahatsız etmiştir. Hatta gerekçenin bir yerinde “yaşanan bu süreçte sözde barış çağrısı yapan ve sivillerin zarar görmemesini isteyen kişilerin devletten terörle mücadele etmemesinin ve terör örgütünün şiddet içeren eylemlerine kayıtsız kalmasını beklemesinin ve yine devletin tamamen iç hukuka ve uluslararası hukuka uygun eylemlerini katliam, kasıtlı ve planlı kıyım olarak nitelendirmesinin çelişki içerdiği açıktır” ifadesini kullanmıştır. Bildiri imzacılarının ithamlarının devletin terörle mücadele etme zorunluluğuna ters düştüğünü vurgulamaktadır.
Örgüt talimatı meselesi
Savcılık iddianamede bir üst düzey PKK’linin 22.11.2015 tarihinde yaptığı “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” şeklindeki bir çağrı üzerine başvuruya konu bildirinin imzalandığını ileri sürmüş, imzacıların örgüt talimatıyla hareket ettiğini iddia etmiştir. Yerel mahkeme de bu iddiaya itibar etmiş ve gerekçede yer vermiştir.
Ancak AYM kararında bu hususa ilişkin yapılan değerlendirmede, söz konusu çağrının bir talimat niteliğinde olduğu iddiasının bir varsayımdan ibaret olduğu belirtilmiştir. Zira savcılık yerel mahkemeye bu iddianın ispatı için bir delil göstermemiştir. Başvurucular yerel mahkemeden bu konuya ilişkin savcılık delillerinin dosyaya sunulmasının istemiş, ancak mahkeme savcılıkça bir delil sunulmamasına rağmen savcılığın iddiasını yeterli saymış ve varsayıma dayanarak karar vermiştir. Dosyada, bahsi geçen örgüt çağrısına ilişkin çağrının orijinal metni dosyada bulunmamaktadır.
Savcılıklar ve mahkemeler, imzacıların örgütle bağını bu çağrı iddiasıyla kurmaya çalışmışlar, imzacıların talimatla hareket ettiği konusunda kamuoyunu aldatmaya çalışmışlardır.
POLİTİK DEĞERLENDİRME: Barış İmzacıları ve Karşı İmzacılar
Yerel mahkemelerin barış imzacıları hakkında vermiş olduğu propaganda kararlarının gerekçesi gerçeği yansıtmamaktadır; hatta gizlemektedir.
“…çatışma bölgelerine halkın giriş ve çıkışını engellemek isteyen terör örgütü mensuplarının temizlenmesi ve bölge halkının mal ve can güvenliğinin sağlanması için güvenlik operasyonlarının yapıldığı” söylenmektedir. Halkın çatışma bölgelerine giriş ve çıkışı evvela devlet tarafından engellenmiştir. Hatta çatışma bölgelerine gözlemcilerin ve sağlık ekiplerinin girmesine bile izin verilmemiştir. Çok sayıda sağlık personeli, ambulans ekibi, sivil toplum kuruluşu Cizre, Sur, Nusaybin gibi çatışmanın ve devlet saldırısının yoğun olduğu yere girebilmek için basın açıklaması ve yürüyüşler dahi yapmıştır. Devlet oradaki halka rahatça saldırmak ve bulunduğu yerden dışarı çıkanı anında öldürmek için dışarıdan hiçbir müdahaleyi kabul etmemiştir.
Bildiride geçen “kasıtlı ve planlı kıyım”, “katliam”, “sürgün politikası” gibi ifadeler gerçeğin daha azını yansıtmaktadır. Çatışma bölgelerine tanklar getiren, binalara keskin nişancılar yerleştiren ve sivilleri avlayan devlettir.
Bazen bir halkın tarihini türkülerinden çıkarırız. Cemile Çağırga 10 yaşında bir çocuk, sokağa çıkma yasağının olduğu bir esnada kapısının önünde oyun oynarken vuruluyor. Oyun oynadığı yeri gören bir noktada özel harekatçılar var. Muhtemelen kurşun onlardan yana geliyor. Ancak asıl mesele, ambulans dahi yasak olduğu için çocuğun cenazesi hastaneye götürülemiyor. Tam 10 gün boyunca buzdolabında bekletiliyor cenazesi. Bundan büyük yas var mıdır? Cemile’nin adına ağıt yazılıyor Kürt sanatçı Mem Ararat tarafından.
Şırnak’ın Silopi ilçesinde komşusundan eve dönerken vurularak ölen Taybet Ana’yı da hatırlarız. Kendisi 57 yaşında. Cenazesi 7 gün sokak ortasında kalıyor. Zira sokağa çıkanın keskin nişancı özel harekatçılar tarafından vurulma tehlikesi var. Taybet Ana’nın oğlu şöyle anlatır: “Annem komşularımızdan dönerken sokak ortasında vuruldu ve hayatını kaybetti. Yusuf amcam annemin yardımına koşarken evimizin avlusunda vuruldu ve 20 saat boyunca ambulansın gelmesini yaralı bir şekilde bekledi daha sonra kan kaybından yaşamını yitirdi”. Babası Halit İnan'ın da annesinin cenazesini sokak ortasında almaya giderken yaralandığını söyleyen İnan, babasından da haber alamadıklarını belirtti.
Mahkeme gerekçesinde geçen “devletin, halkın can ve mal güvenliğini koruduğu” iddiası tamamen yalandır. Bölge halkını keskin nişancılarla avlayan devlet insanların cenazesini kaldırmasına ve ölüsünü morga götürmesine dahi izin vermeyerek açıkça kıyım yapmıştır.
İnsanların evini tanklarla paramparça etmiştir. Tankların girdiği ilçelerde tek bir sağlam bina kalmamıştır. Bu zayiatı bizzat devlet vermiştir. İnsanları evsiz barksız bırakmıştır.
PKK’nin asıl militan ekibinin o dönemde Rojava’da IŞİD’e karşı savaş yürüttüğünü ve özyönetim savaşlarında yer alan militanların genelde daha az tecrübeli milislerden ve gençlerden oluştuğunu düşünürsek, devletin tüm savaş gücüyle ve en yetenekli özel harekat ekibiyle bu bölgeye konuşlandırılması tam da kıyım ve katliam yapma fırsatını kullanmaktır. Zira karşısında PKK’nin asıl gücü bulunmadığından sivillere yönelmesi daha kolay olacaktır. Keskin nişancılarla sivil avlaması, cenazesini almaya geleni dahi vurması bu kıyımcı zihniyetten ve yakaladığı fırsattan kaynaklıdır. Ülkenin batısı devleti örgütle mücadele ediyor zannederken devlet bir halkı kendi coğrafyasında kıstırmış ve rahat rahat katletmiştir. Dışarıdan tüm giriş çıkışları kapaması, ambulans dahi almaması bu nedenledir. Bölgede interneti kesmiş, telefon erişimini engellemiştir. İçerdekilerin dışarıyla tüm bağlantısı kopmuştur. Evinde aşı olmayan siviller dışarı çıkamadığından evinin duvarını içerden delerek komşusuna ulaşmış ve onunla ekmeğini ve suyunu paylaşmıştır.
Mahkemeler müdahalenin orantılı ve hukuka uygun olduğunu iddia etmektedir. Hatta müdahalenin tamamen hukuka uygun olduğunu sürekli vurgulamıştır. Hukuk, devletin en güçlü ideolojik ve zor aygıtlarından biri olduğu için doğal olarak devletinin arkasında durmaktadır.
Toparlayacak olursak devlet açıkça ve planlı bir şekilde kıyım ve katliam yapmıştır. Mahkeme de bu katliamı gerekli ve zorunlu gördüğünden devletin arkasında durmuş, imzacıları bu sebeple mahkum etmiştir.
Şimdi de gelelim 1071 karşı imzacılara. AYM’nin ihlal kararı üzerine 1071 akademisyen (tam sayısı tartışmalı; zira çalıntı imza iddiaları var), “ANAYASA MAHKEMESİ TERÖRÜ MEŞRULAŞTIRAMAZ” başlıklı bir metin yayımladı. Metnin içeriği dayanaktan yoksun ifadelerle dolu: “Bu karar şehit ve gazilerimizin hatırasını zedelemiş, maşeri vicdanı yaralamıştır” türünden şehit edebiyatı var. Metin çok kısa ve çok kof olduğu gibi son cümlesi şu şekilde: “Türk milleti adına karar vermekle yetkili kılınan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının adalete ve kamu vicdanına aykırı olmaması gerektiğine inanıyor, bu yanlış kararda imzası bulunanları kınıyoruz.” İmzacıların “adalete ve kamu vicdanına aykırı” dedikleri AYM kararının, ne yönden ve ne şekilde aykırı olduğunu açıklamamışlardır.
Bu karşı bildiri biraz da AYM kararındaki karşı oy şerhine benziyor. Dört AYM üyesi hakimin yazdığı bir sayfalık karşı oy gerekçesi de yine aynı kafayla yazılmış. Karşı oy gerekçesinde “devlete sadakat yükümlülüğü” ifadesi öne çıkarılmakta ve barış imzacılarının devlete sadakatsizlik yaptığı ileri sürülmektedir: “Devlete sadakat ilkesiyle bağdaşmayacak sıfat ve isnatların ise esasen ifade hürriyeti ile karşılanması mümkün değildir. Yeri gelmişken işaret etmek gerekir ki genel olarak çalışanların ve kamu görevlilerinin işverenlerine ve devlete olan sadakat borçlarının ihlal edildiği durumlarda, AİHM ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleleri gerekli ve orantılı bulmaktadır”.
Söz konusu karşı oy gerekçesi de aslında bir gerekçe değildir; zira barış imzacılarının ne şekilde sadakatsizlik yaptığını açıklamamaktadır. Gerekçedeki sadakat yükümlülüğü akıllara “ne istediler de vermedik” çıkışını getirmektedir. Yani devlet hukuk aygıtını kendisine sadık olmayanlara yöneltmeyi düstur edinmiştir. Yargılamanın konusu suç değil sadakatsizliktir. Devleti desteklemediğin sürece onun karşısındasındır ve ona sadık değilsindir. Bu yüzden cezalandırılman gerekir. Devlet aklı bunu gerektirir.
SON OLARAK: AYM KARARI ve İkiyüzlü Faşizm Hukuku
Her burjuva devletin anayasası göstermelikte olsa temel hakların koruyucusu niteliğindedir. Nitekim bu toplum sözleşmesi toplumdan azade değildir. Nesnel koşullara göre yaşam bulabilir. Ki mümkün mertebe “adaletleri” çıplak ayaklıları ısırma telaşındadır.
TC yargısı bu konuda en maharetli olanlardandır. TC yargı tarihi sınıf mücadelesi tarihinin kanı ile doludur. Adalet ve mülklerinin temelinde emekçi halkların kanı vardır.
Yukarıda bir kısım özetini aktardığımız bu “şamata” yargılamalar, tazıya tut tavşana yakala yargılamalarıdır. Politik militanların yargılanmalarını hadi bir kenara bırakalım, biz de aydın yargılamaları dostlara şenliktir. Çünkü faşizm açık düşmandır ve onun bilim özgürlüğü, akademik tarafsızlık vurgusu yalandır.
AYM kararı üzerine bir “oh” çekilip, hak yerini buldu vurgusu, yargılananlar açısından bir nebze olumluluk taşısa da; çok uzun süredir toplumsal bağları kopmuş akademik çevreyi “devletle “ yeniden tanıştırmıştır. Devlet taş atma hakkını kendinde tutandır ve onun bu hakkına hamle eden herkes mutlak hatırlanır.
Yerel mahkemelerde emir-talimat zinciri ile çalışan ve saygınlıkları kalem memurlarından daha aşağıda olan yargıç ve hakimler bugün hiç olmadıkları kadar halka karşı suç işlemektedirler. Çünkü kendi anayasalarına dahi uygun kararları olmayan “emrimi alırım, vazifemi yaparım” diyen bu zatlar faşizmin gericiliğinin sembollerindendir.
Bugün barış akademisyenleri hakkında verdiği kararı ile sanki “ufuk açıcı karar” verdiler havası biçilen AYM ve onun başındaki Zühtü; savaş günlerinde avukatların yaşam hakkı ile ilgili başvurularını hasıraltı etmiştir. İsteyenler AYM sitesinden bu utanç vesikalarına erişebilir.
Bir barış bildirisi ile kürsülerinden, yaşam standartlarından edilen, bir kısmı hapishaneler ile tanışan akademisyen-aydın ve sanatçılar iki ucu hukuklu bu sopaya kanmamalıdırlar.
Çünkü yaşadıkları bu iki biçim de burjuva devletin özüdür. Devlet babadır, döver de sever de, yaptık bir hata “eve dönün” çağrısı gibi zehirli bir özü var bu kararın. Devletle barışılmaz, elini veren kolunu kaybeder. Yön tayininde asıl olan, burjuva devletin durduğu yerin karşısında konumlanmaktır. Bu bugün aydın-demokrat-militanın asli görevidir.
Burjuva devlet halk düşmanıdır, anayasal varlığı bunu gizlemez. Aksini iddia edenler Cemile Cağırga ve Taybet İnan’ı unutabilirler! Biz unutmuyoruz!
Devrimci Hukukçular