"Her ölüm, erken ölümdür" der Cemal Süreyya bir şiirinde. Osman Karatop yoldaş için de geçerlidir bu söz. 76 yaşındaydı ama yaşama bakışı hep gençti. "Hatta o derece, öylesine ki" gençlere taş çıkartacak kadar diri ve dinamikti. "Hiç ölmeyecekmiş gibi" yaşayanlardandı...
Onunla ilk nerede ve ne zaman tanıştım şimdi hatırlayamıyorum; ama aklımda kalan bende bıraktığı ilk izlenim, onu herkesin tanıdığı ve tanıttığı gibi "ihtiyar" olmadığı idi. 12 Eylül öncesinden gelen çoğu "eski tüfek"ten çok farklıydı. O da işkenceli sorgulardan geçmiş, faşizmin zindanlarında kalmıştı; ama içinde yanan kor küllenmemişti. Tam tersine öyle güçlü yanıyordu ki, bu konuşmasına hemen yansıyordu. Kozan ellerinde yetişmiş biri olarak Adanalıların bir çoğunda görülebilecek koçak tavrından mı böyle acaba diye düşünebilirsiniz ilk anda; ama zamanla onu daha iyi tanıyınca anlarsınız ki, bundan daha çok işçi sınıfı mücadelesi içerisinde örgütlü bir işçi olarak mücadele etmenin, işçi sınıfının yiğit bir evladı olmanın haklı gururudur onu böyle yapan.
Çukurova'da İplik-İş Sendikası’nın ilk kurucularından biridir Osman yoldaş. Devrimin yükseliş yıllarında, iç savaşın yoğunlaştığı zamanlarda O, çalıştığı Bossa Fabrikası’nda sınıf bilinci almaya başlamış, ta Denizlerin idam edildiği, Mahirlerin Kızıldere'de katledildiği zamanlardan getirdiği devrimcilere sempatiyi giderek büyütmüş, işçi sınıfı ideolojisini daha iyi öğrenmiş ve yoldaşlarıyla tanışmıştı.
Elbette işçi sınıfının bir neferi olarak yeri Denizlerin yoldaşlarının yanı olacaktı. Emeğin Birliği ile tanışmış ve bu andan itibaren tüm ömrünü devrim ve komünizm mücadelesine adamaya karar vermişti. İşçi sınıfı içerisinde üzerine aldığı görevleri başarıyla yerine getirebilmek için o fabrikadan bu fabrikaya koşturmuş, İplik İş Sendikası’nın örgütlenmesinde başat bir rol oynamıştı. Kendisi de bir işçi olduğu için işçi sınıfının dilinden anlıyor, onlar neye sevinir neye üzülür, neden hoşlanır neye öfke duyar gayet iyi biliyordu. Bu nedenle de işçilerin arasında örgütlenme çalışması yaparken hiç zorlanmıyordu.
Sadece Adana'da değil, bütün Çukurova bölgesinde Osman Karatop adı, kısa sürede işçiler arasında sevilen ve sayılan bir ad olmuştu. O, bunu bağlı olduğu kolektife borçlu olduğunu biliyordu. Tüm hayatı boyunca da bunu bir an olsun aklından çıkarmadı.
26 yaşındayken evlendiği ve bütün bir hayatı birlikte paylaştığı sevgili eşi ve yoldaşı Ayvaz Ana (bu tanımlama kendisine aitti. Hatice Ana'ya "Ayvaz" kendisine de "Köroğlu" diyordu; çoğu zaman, çocukları olmadığı için, şakayla karışık "bir Köroğlu bir Ayvaz" derdi) ile birlikte 12 Eylül'den hemen önce aranır duruma düştüğü yıllarda Çukurova'nın değişik yerlerinde kalmış, deyim yerindeyse kendi başına ekmeğini taştan çıkarmıştı. Gittikleri bir yaylada bir toprağın etrafını çevirmiş, dört direk üzerine bir naylon germek suretiyle kendilerine ev yapmış ve ekin-sebze ekerek, ektiklerini yiyerek ve satarak hayatlarını idame ettirmişlerdi. Bu, ikisi arasında hem büyük bir sevgi ve aşk doğurmuş, hem de yoldaşlık duygularıyla birbirlerine bağlanmışlardı. "Köroğlu" ve "Ayvaz" olmuşlardı.
Elbette Osman yoldaş bu dönemde de boş durmamış, etrafındaki insanları örgütlemeye devam etmişti. Yoldaşlarıyla kopan bağlarını yeniden kurmuş, bir an olsun kolektifin dışına düşmeyi kabullenmemişti. İnatçı bir kişiliği vardı Osman yoldaşın; asla pes etmeyen, yılgınlardan, mücadele kaçkınlarından nefret eden bir yapısı vardı. Kapitalizme ve faşizme karşı duyduğu sınıf kini o kadar köklüydü ki, böyle tiplere karşı asla müsamaha göstermezdi ve sözünü sakınmazdı. Onu tanıyanlar bilir; kimseye eyvallahı yoktu ve sözünü doğrudan, dobra dobra söylerdi.
Osman yoldaş, 12 Eylül'den bir süre sonra yakalandı ve zindana kapatıldı. Kozan illerinin bu gürleyen sesini zindana kapatmak, onda bir şeyleri eksiltmek şöyle dursun daha da büyüttü. Kolektifinin yönlendiriciliğinde komün yaşamını örgütledi ve faaliyetlerine içeride de devam etti. Sadece kendi yoldaşları arasında değil, diğer siyasi yapılar gözünde de çok saygın bir yer edindi. Gür sesiyle okuduğu şiirler ve söylediği türkülerle herkesin sevgisini kazandı. Ayvaz Ana dışarıda o içeride mücadeleyi bu zorlu dönemlerde de kesintisiz sürdürdüler.
Osman yoldaş, kolektifte gelişen sağ eğilimlere her zaman karşı oldu ve her zaman zora dayalı mücadeleyi savundu. Ve bu konuda en tepedekiler dahil, tartışmaktan geri durmadı. Onda proletaryanın korkusuz yüreği çarpıyordu ve hiç bir yasa, devrimin yasasından daha üstün değildi; ama Osman yoldaş, tam bir proleter komünist özellikle tüm tartışmalarını kolektif disiplin içinde ve demokratik merkeziyetçiliğe bağlı olarak yaptı. Fakat kolektif içinde yönünü sağa çeviren herkes biliyordu ki, Karatop'un hışmından kurtulamayacak.
'90 yıllara doğru kolektifin tepesindeki bazı unsurlarda sağ eğilim iyice açığa çıkınca Karatop gibi insanlar, özellikle bir kenarda unutulmaya terk edilmek istendi. Reformist unsurlar kolektif işleyişi rafa kaldırdıkları için, ömrünü sınıf mücadelesi içinde geçirmiş bir çok değerli kadroyu yalıtmak için özel çaba sarf ettiler ve bunu bir ölçüde de başardılar. Osman yoldaş, bu dönem Leninistlerin yürüttüğü tartışmalardan fazlaca haberdar olmamıştı. Daha sonra reformistlerden ayrılık gerçekleşince Osman yoldaşla yeniden ilişki kurulmuş ve işçi sınıfının bu değerli önderi üzerine reformistlerin serpmek istedikleri "ölü toprağı" dağıtılmıştı. O, Leninizme, Seyit, İbrahim ve Necati yoldaşların geleneğine nasıl bağlı bir yoldaş olduğunu, bu görüşmelerden sonra işlere yeniden sıkı sıkıya sarılarak göstermişti. "Eski (paslanmış) Tüfekler"e tepkisini "vay be böyle mi olacaktı" diye gösteriyor; onlara kimi zaman içten içe kimi zaman açıktan açığa büyük bir öfke duyuyordu. Kolektifin birikiminin böyle hoyratça har vurulup harman savrulmasına müthiş kızıyordu.
Leninistlerle tanışmasından sonra gücü yettiğince, sağlığı elverdiğince her yere koşturdu. Herkese moral verdi. Devrimin olacağına ve kendisinin de devrimin olduğunu göreceğine olan sarsılmaz inancını herkese aşıladı. İzmir'de 13 Martçılar için yapılan mitingden, Ankara'da Deniz Gezmişler için yapılan mitinge, Karşıyaka'da Denizlerin başucunda yapılan anmadan, İstanbul'daki mitinglere her yere koşturdu. Davudi sesiyle şiirler okudu, konuşmalar yaptı. Ve onların bayrağının işçilerin elinde nasıl dalgalanmaya devam ettiğini dosta düşmana, herkese gösterdi.
Son nefesine kadar ne işçi sınıfı davasına, ne Denizlerin mücadelesinin zafere ulaşacağına dair inancında en ufak bir eksilme odu. Sevgili eşine, kolektife ve devrime olan bağlılığı, haydi onun gibi dobra dobra söyleyelim, aşkı bir an olsun eksilmedi. İşçi sınıfı adına ileri atılan her adımdan büyük bir mutluluk duydu; Kürt Halkının ulusal-sınıfsal mücadelesinin gelişiminden büyük bir mutluluk duydu; dünyanın her yerindeki devrimci gelişmelerden büyük bir coşkuya kapıldı.
Hayatının son döneminde sağlık sorunları eskisi kadar aktif olmasını engellediyse de, o yine yerinde durmadı; nerede bir etkinlik, eylem varsa katılmak için çaba sarf etti. Yüreği eylemdeki işçilerle, emekçilerle, 1 Mayıs'ta Taksim'i zapt edenlerle birlikte çarptı. Akciğerinde kanser başlangıcı tespit edildiğinde de korkmadı; "ben onu yerim, iki gözüm" dedi ve sözünde durdu. Bir dinamit kuyusu olan kalbi ha patladı ha patlayacakken hastaneye kaldırıldığında da aklında yine yoldaşları ve devrim düşüncesi vardı. "Devrimi görmeden ölmeyeceğim" diyordu.
Ve en son gelen kalp krizi, ne yazık ki, onun gümbür gümbür çarpan kalbini durdurdu. Bir büyük yürek daha sustu.
Bir Meksika atasözü der ki, "yaşam ölümün meydan okumasına karşı kurulmuş bir arenadır" Biz hepimiz, Denizlerin, Seyit'lerin gerçek yoldaşları, onun bu arenada aslanlar gibi çarpıştığına tanığız. Bizimle beraber işçi sınıfı mücadelesinde sonsuza kadar yaşayacak.
Hoşça kal, iki gözüm...
Yoldaşın