19 Aralık 2000 tarihinde devlet, 20 zindanda eş zamanlı olarak adına “Hayata Dönüş” dediği katliam operasyonu yaptı 4 gün süren bu katliam operasyonunda 28 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Bu süreçte zindanlarda bulunan ve katliamı yaşamış olan tutsakların iki ayrı cezaevi anlatımlarını kısaltarak sizlerle paylaşıyoruz.
Bayrampaşa Zindanı
19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerine yönelik yapılan katliam sırasında Bayrampaşa cezaevinde kalıyordum. Biz o zamanlar devletin böyle bir operasyon hazırlığı içerisinde olduğunu tahmin ediyorduk ve bir operasyon beklentisi içerisindeydik. Çünkü bu operasyon geliyorum adeta diyordu. Ondan önce de bir kaç tane katliam oldu. Son katliam Ulucanlar cezaevine yönelik katliamdı. Orada 10 arkadaşımız öldürüldü. O bizim için artık devletin Bayrampaşa’ya yöneleceğinin son işaretiydi. O katliamdan sonra sıranın Bayrampaşa’ya ve diğer zindanlara geldiğini düşünmeye başladık.
Daha sonra bunun üzerine tutsaklar arasında devletin bu politikasına yönelik tartışmalar başladı. Ne yapılabilir üzerine. Tabii ki biz direnme yönünde eğilim içerisindeydik, görüş birliği içerisindeydik. Ama bu direnme, karşı koyma düşüncesinde bazı farklılıklar vardı. Kimi arkadaşlar ölüm orucundan yanaydı. Kimi değildi. Örneğin biz (TKEP/Leninist davası tutsakları) o sıra muhtemel bir katliam girişimine ölüm orucuyla değil de başka türlü (fiili eylemlerle) karşı koymak gerektiğini düşünüyorduk. Bu tartışmalar içerisinde 19 Aralık 2000 tarihine geldik.
Operasyon boyunca kadın yoldaşlarla hiç bir araya gelemedik. 1. 2. 3. 4. 5. koğuşlarla 12. 13. 14. 15. 16. koğuşlar arasında bir kopukluk oluşuyordu. Aradaki koğuşlarda PKK davasından erkek tutsaklar kalıyordu.
İşte bu yapı içerisinde 19 Aralık sabahı hava aydınlanmak üzere ama tam aydınlanmamıştı. Saat 04.30 – 05.00 arası, tam saati hatırlamıyorum. “Saldırı var, operasyon var” sesleri ile uyandık. Bunu söyleyen, bizim o koridora yerleştirdiğimiz nöbetçi arkadaşlardı. Onların uyarısıyla uyandık. Herkes zaten operasyon beklentisi içerisinde olduğu için, tetikteydik. Herkes yatağından fırladı. Ama o anda gördük ki, çatılardan da bize ateş ediliyordu. Zaten uyarı ile silah sesleri aynı anda oldu. Yani öyle hazırlıklı gelmişlerdi. Demek ki, bir kısmı idare binasından girmişlerdi. Oradan girer girmez koridoru baştan sona kadar tarama imkanına sahiplerdi. Öyle de yaptılar. O ilk taramada Fırat Tavuk adında bir arkadaşımız yaşamını yitirdi. Onlarca kişi de yaralandı. Birkaç saniyelik işler bunlar.
Tabi bu arada 2 koğuş 1 havalandırmaya bakıyordu. Yani 11. koğuşun çatısından ateş eden asker 12. koğuştakileri hedefliyordu. 12.’den ateş edenler de 11. koğuştakileri. Bir de Bayrampaşa’nın pencereleri çok geniş. Yani hedef almaya çok müsait. Orada sığınılacak tek yer ancak pencere dipleridir. Koğuşlar iki katlı alt kat yemekhane, üst kat yatakhane olarak kullanılıyordu.
Dolayısıyla yatakhaneler hedef alındı ilk anda; hem koridordan, hem çatıdan. Sonra baktık ki 2. katın kapılarından ses geliyor... O kapılar kaynaklıydı, kullanılmıyordu. Ama anladık ki öbür blokun, sağ blok'un koridorlarını da tutmuşlar. Hemen korunaklı yer aramaya başladık. Yani ateş menzili dışında yerler aramaya başladık. En uygun yer zaten merdiven boşlukları birde kapı arkaları idi. Çünkü kapılar demir sac idi ve kolay kolay kurşun işlemiyordu onlara. Genellikle oraya toplandık. Sonra koridora çıktık. Koridorda, ilk ateş sırasında yaralanmayan arkadaşlar (Murat Ördekçi’de vardı) 10. koğuşun yakınına ele geçen her şeyle derme çatma bir barikat kurdular. Bu şekilde karşı koymaya çalışıyorduk. Ama bu pek mümkün olmuyordu. Çünkü çok güçlü bir ateşle karşı karşıyaydık. Hem çatılardan, hem koridordan ateş altında kaldığımız için mümkün olduğunca yavaş geri çekiliyorduk. Sonra şunu gördük; alev saçan silah kullanıyorlardı. Yani o barikatları onlarla temizlemeye çalışıyorlardı. Alev o kadar yakıcı idi ki, 30-40 metreden bizim yüzümüzü yakabiliyordu. Dayanılacak gibi değildi.
Bu sırada ölüm orucundaki arkadaşlar başka koğuşta bulunuyorlardı. Bizim koğuşa gelmek istediklerini söylediler. Biz de; tamam getirin, dedik. Küçük bir bölme vardı, ateş menzili dışında kalabilen, oraya koyduk arkadaşları. Bizim koğuşta kaldılar kısa bir süre. Ama bizim koğuş da artık kullanılacak gibi değildi. Biraz sonra alevlerden orada da dayanamayacak duruma geldik ve geri çekilmeye başladık bir süre. O sırada tabii ateş devam ediyordu. Yangın silahıyla bizi geri püskürtmeye çalışıyorlardı ve pek çok arkadaş orada yaralandı. Patır patır yaralılar oluyordu. Bu şekilde 12. koğuştan 13. koğuşa kadar 20 metrelik mesafe kadar geri çekildik. Ölüm orucundaki arkadaşlar tekrar 13’e gitti. Ben de onların yanında duruyordum.
Biz 13. koğuşun kısmen korunaklı küçük bir bölmesinde kalıyorduk. Birkaç arkadaştık orada. Yanımda oturanlardan biri Aşur Korkmaz adında bir arkadaştı. Aşur sigara içiyordu. Sigarasını attıktan sonra hemen ayağa kalktı ve “ben kendimi feda etmeye gidiyorum, arkadaşlar, hoşçakalın” dedi, çıktı gitti. Yaklaşık 30 saniye sonra bir silah tarakası sesi duyduk. Slogan sesi duyduk son olarak. Ondan sonra bir sessizlik oldu. Anladık ki orada Aşur arkadaş yaşamını yitirdi. Sonra tekrar herkes koridora çıktı. Aynı şekilde bir yandan karşı konuluyor, tüplerle onlar püskürtülmeye çalışıyorlar, barikatlar kuruluyordu. Onlar, her bir barikatı aştıklarında biz bir sonra tekrar barikat kurmaya çalışıyorduk. Bu şekilde yaklaşık 6-7 saat kadar geçti. En son biz 15. koğuşa kadar geri çekildik. 15. koğuşun içine girdik. Ancak yapacak bir şeyimiz yoktu.
Devletin yalanlarından birisi tutsaklarda silah olduğuydu. Bu doğru değildi. Bu tamamen bir yalandı. Devletin kendisine haklılık gerekçesi yaratma gerekçesiydi. Eğer silah olsaydı kolay kolay giremezlerdi. Bunu gözümüzle gördük çok korkuyorlardı. Ellerinde ateş gücü olmasına rağmen çok korkuyorlardı. Hiçbir şeyimiz olmadığı halde saatlerce oyalanmak zorunda kaldılar. Neredeyse santim santim ilerlediler. Kısacası bizde öyle bir şey olmadığı için çekilebildiğimiz tek yer 15. koğuştu. 15. koğuşa girdik. 15. koğuşa girdikten sonra 16. koğuşun çatısından ateş etmeye başladılar bize. Hem koridorun çatısından hem de 16'nın çatısından ateş ediyorlardı. Baktık olacak gibi değil. Yapacak bir şey de yok. Kendi aramızda konuştuk. “Çıkalım” dedik. İş olacağına varsın, yani “öleceksek de böyle ölelim” dedik. Anlaştık bu konuda. Ve “çıkıyoruz arkadaşlar” dendi. Dışarı çıktık. Dışarı dediğim; 15. koğuş ile 16. koğuşun ortasında bulunan havalandırmaya çıktık. Ve orada halay çekilmeye başlandı. Marşlar eşliğinde. Ama herkes ölümü göze alarak, ölmek üzere çıktı. Orada 100 kişi vardı tahminen. 100 kişi ölümü göze alarak çıktı. Kimsede, bir tereddüt, bir korku ifadesi gerçekten yoktu.
Tabii operasyonu düzenleyenler çok şaşırdılar. Kısa bir şaşkınlık yaşandı. Hiç beklemedikleri bir şeydi bu. Biz çıkıp öyle halay çekmeye başlayınca kocaman bir daire oluştu. Ama birkaç dakika sonra şaşkınlıklarını attılar. Ve üzerimize yağmur gibi gaz bombaları atmaya başladılar. Gaz bombaları dayanılacak gibi değildi. Bunun üzerine o gaz bombalarından kurtulmak için kimi arkadaş kendini 16. koğuşun içine attı. Kimisi de 15. koğuşun içine. Ama koğuş kapılarının uzağında duran halkanın daha öbür tarafında kalan arkadaşlar ancak kümeler halinde havalandırmada kaldılar. Bunların içerisinde Murat Ördekçi de vardı. Ben içeri 15. koğuşa girenler arasındaydım. Tabii bu arada ateş menzilinden uzak ya da ateş menziline girmeyen kör noktalar arıyordu herkes.
Ama tam bu sırada koridorda bize ateş edenler, bizim kapıya kadar gelmişlerdi. Koğuşun kapısı sürgülü ve ancak dışarıdan bir asma kilitle kilitleniyor. Yani içeriden kilitleme şansımız yok. En fazla arkasına eşya yığılabilirdi. Yığamamıştık da zaten, elde bir şey de kalmamıştı. Bunlar koridordan gelenler kapıyı hafif araladılar. Hafif araladıktan sonra içeriyi taramaya başladılar. İşte o ilk ateşte, ben iki arkadaşla birlikte ayaktaydım. O arkadaşlardan biri Cengiz Çalıkoparan, biri Mustafa Yılmaz idi. Biz üçümüz vurulduk aynı anda. Vurulur vurulmaz ben kolumun koptuğunu hissettim. Yere kapaklandık. Ben altta kaldım. O iki arkadaş Mustafa benim sağımda, Cengiz solumda kaldı ama kısmen üzerime yatmışlardı, yan yatmışlardı. O iki arkadaş o anda yaşamını yitirdi. Beni ise merdiven boşluğu altındaki arkadaşlar zar zor merdiven boşluğu altına çektiler. Ben de böyle kurtardım kendimi. Tabii ateş devam ediyordu, o sırada pek çok arkadaş yaralandı. O anda Ali Ateş arkadaşın vurulduğunu gördük yine aynı yerde. Dışarıdakiler ise içeri girmeye çalışıyorlardı, onları bırakmıyorlardı. “Kıpırdayanı vururuz” diyorlardı zaten. Murat'ı böyle vurmuşlardı. Önlerini kesmek için ateş ediyorlardı.
Aradan bir süre geçti bu şekilde. Yani ölülerimiz yaralılarımız yanımızda. Biz ayaktayız. Öyle bekliyoruz. Baktık bu işin de sonu yok. Çünkü yaralılar çok kan kaybediyor. Seslendik biz operasyon düzenleyenlere; “ölü ve yaralıları alın ondan sonra devam edelim nerede kaldıysak.” Yok, dediler, almıyoruz. Elleriniz havada dışarı çıkın, dediler. Biz “ellerimiz havada dışarı çıkmayacağız” dedik. Böyle bir atışma oldu. Çıkarsınız, çıkmazsınız. Biz başsavcıyı çağırın ölü ve yaralıları alın, dedik. Böyle bir tartışmadan sonra, tamam, dediler, siz çıkarın ölü ve yaralıları dışarı, dediler. Öyle deyince, biz çıkardık. Tabii içeride artık kimse kalmadı. Hepimiz dışarıdaydık. Dışarı çıktık. İlk defa orada göz göze geldik onlarla. Çatıda bir rütbeli elde megafonla dolaşıyor. Yanda özel silahlı insanlar vs. Çatıların tümü tutulmuş. Bize o zaman “duvar kenarına dizilin ve ellerinizi havaya kaldırın” dediler. Biz reddettik. “Dizilmeyeceğiz” dedik, “duvar dibine dizilmeyeceğiz”. Böyle bir atışma oldu aramızda. Onlar çatıda biz yerde. En son “tararız sizi” diye tehdit etti rütbeli olan. Birkaç arkadaş öne çıktı. “Aha buradayız tarayın” dediler. Öyle deyince onlar, tamam, dediler. Vazgeçtiler. Ama başsavcı gelemez, dediler. “Şimdi duvarı deleceğiz, havlandırma duvarını, sizi oradan alacağız” dediler.
Biraz sonra kepçelerin geldiğini duyduk. Sesten anlaşılıyordu. Sonra duvarın delinmeye başladığını gördük. Duvar delindi, yaralıları ve ölüleri o duvardan aldılar. Ben de onların arasındaydım. Çünkü dirseğim parçalanmıştı. Şuan da protez takmış durumda. Daha sonra, epey sonra içten dirsek protezi takıldı. O yüzden ben de Bayrampaşa Hastanesine götürülenler arasındaydım. Götürülürken hepimize kelepçe vurdular.
Şimdi orada ilginç diyaloglar da oluyordu. Mesela ilk ateşle birlikte, çatıdan ateş edenler bize sürekli “teslim olun” çağrısı yapıyorlardı. O çağrıya ilk cevap Murat Ördekçi yoldaştan geldi. Murat Ördekçi yoldaş siper alarak, bu sefer onlara seslendi. “Asıl siz teslim olun.” “Devrimcilere teslim olun” diye seslendi.
Çanakkale Zindanı
19 Aralık saldırısı başladığında ben Çanakkale cezaevinde idim. Ve saldırı olduğu gün -nöbetleşe uyuyorduk- saat 04.30-04.45 gibi arkadaşların sesiyle uyandım. “Yoldaşlar kalkın, koridorda asker var” diye bağırdı yoldaşlarımızdan biri. Hemen fırladık. -üstümüzle, başımızla yatıyorduk zaten- hemen hazırlandık. Ne yapmamız gerektiğini de önceden bir şekilde biliyorduk. Hızla kalktık ve görev yerlerimize geçtik. Asker biraz elini kolunu sallaya sallaya gelmişti. Sanırım bizi bu kadar hazırlıklı beklemiyorlardı. İlk panik olan biz değil askerler oldu. Çünkü, hızla saldırdılar ve hızla geri çekilmek zorunda kaldılar. Güçlü bir karşı koyuşla karşı karşıya kaldılar. Biz maltaya çıktığımız zaman görmüştük. Yüzleri maskeli, insana benzemiyorlardı. Daha değişik, sanki bilim kurgu filmlerinin içerisinde çıkmış gelmiş. Hani insan sıfatında ama nasıl diyelim, yüzleri maskeli böcekler gibi görünüyorlardı. Bağırıyorlar, çağırıyorlar, tehdit ediyorlar, “teslim olun” diyorlar. Bu arada diğer cezaevlerine de saldırı olduğu haberi bizlere ulaşmıştı. Hızla maltaya barikat kurduk. Diğer cezaevlerine yaptıklarının aynısını bize de yapabileceklerini biliyorduk.
Girdikleri zaman “teslim olun” çağrıları yaptılar. Çanakkale cezaevinde daha ilk andan itibaren “teslim olmayacağımızı” devletin yüzüne karşı, oradaki asker timlerine karşı bağırdık. Sloganlar atıyorduk zaten. Bu arada Fidan Kalşen arkadaş geldi barikatın önünde feda eylemi yaptı.
Bu süre içerisinde devlet kurşunlar yağdırmaya başlamıştı. Arkadaşlarımızdan vurulanlar oldu. Kurşun sesleri artık tarakalar birbirine karıştı. Biz bir yandan girmemeleri için kapıları tutuyoruz, oralara barikat kuruyoruz. Bir yandan da geri çekiliyoruz. Ortam zaten tamamen gaz bulutu. Her tarafı gaza boğdular.
Yoğun gaz ve kurşun yağmuru altında geri çekildik. Barikatları geriye kaydırdık. Bir yandan yaralı arkadaşlarımızı ve ölüm orucu eylemcilerini daha güvenlikli yerlere çekmeye çalıştık. Bir yandan koğuşlar ateşe verilmeye çalışıldı. Bir savaşta düşman ne ise o. Dolayısıyla ona hiçbir şeyi bırakmamayı, hiçbir şeyi sağlam ele geçirmemelerini sağlamak için geride kalan şeyleri ateşe vermeyi doğru gördük ve giderek spor salonuna doğru çekilmeye başladık. En son çekildiğimiz spor salonunda da yine üst maltayı delmek suretiyle üstümüze envai çeşit gaz bombalarını atmaya devam ettiler.
Artık hem yorulmuştuk, hem de diğer cezaevinde devrimci tutsakların ölümsüzleştiği şeklindeki haberler geliyordu sürekli. Bunların etkisiyle bir yandan hem bileniyoruz, yani savaştaki kararlılığımız artıyor. Bir yandan da endişemiz merakımız artıyor. Kimler acaba; ölümsüzleşenler, diye. Orada Sağmacılar cezaevinde Murat Ördekçi yoldaşımızın ölümsüzleştiğini öğrendik. Başka ölümsüzleşenler olduğunu, başka hapishanelerde kendini yakanlar olduğunu öğrendik. Artık toplu kahramanlık döneminde olduğumuzu gördük.
Tutsaklar olarak birbirimize sarıldık. Vedalaştık, yoldaşça vedalaştık. Şiirler söyledik. Türküler söyledik hep bir ağızdan. Ve devlet “teslim olun” çağrıları yaparken arka arkaya, biz; “Teslim olmayacağız” diye karşılık verdik.
Son gün gaz bombalarının sayısı arttı. “Teslim olun” çağrılarının sayısı arttı. Zaten içerisi köpüklü suyla doldu. Bir yandan su sıkıyorlar, bir yandan kepçeler duvarları yıkmaya çalışıyor, bir yandan kurşun sıkıyorlar. Bir yandan üzerimizi delmişler oradan gaz bombası atıyorlar. O gaz bombalarını etkisiz hale getirmeye çalışıyoruz. Bir yandan ölüm orucu eylemcileri zarar görmesin diye onların üzerine ıslattığımız battaniyeleri seriyoruz. Ben de bir battaniye elime aldım. O yukarıda delinmiş olan tavanın önüne tuttum. Artık ne olursa olsun diye beklemeye başladım. Tıpkı Nazım Hikmet'in Gabriel Peri'de anlattığı gibi düşündüm. “ve eğer tekrarlamak gerekseydi bir daha tekrarlardım, dedim, aynı yerden başlayıp, aynı yoldan geçerek ve yine gerekirse aynı yerde bitirmek üzere” dedim. Kollarımı açtım. Battaniyeyi öyle tutuyordum, yukarıdan açılmış deliğin önüne. Çünkü orası direkt ölüm orucu eylemcilerinin olduğu yeri görüyordu ve oraya çok gaz atmaya çalışıyorlardı.
Attıkları gaz bombalarından biri kolumdan içeri girdi. Vücuduma bir şey girdi onu fark ettim ama açık söylemek gerekirse ne olduğunu ilk anda anlayamadım. Böyle çırpınmaya başladım, içime giren şeyin etkisiyle. Ama Baki yoldaş o anda anladı ne olduğunu. Ve üstümü aramaya başladı. Ben bombanın sarsıcı etkisiyle yere yıkılmıştım. O, nerede bu? Nerede bu, diyerek üstümü aradı. O anda bayılmışım. Yoldaş beni çekerek koğuşun başka bir yerine götürmüş. Onunla ben zaten görevliydik; gaz bombalarını etkisiz hale getirmekle görevliydik. Beni oraya bırakıp ondan sonra başka arkadaşları başka yoldaşları bulmak, köpüklerin içerisinden çıkarmak, gaz bombalarından korumak için başka yerlere koşmuş yoldaş. Ben orada baygın halde kalmışım bir süre. Sonra Nail Çavuş beni oradan, olduğum yerden kaldırdı. “Gel Vefa” dedi. Zaten güçlü kuvvetli bir arkadaştı. Destek oldu, omzuna ağırlığımı verdim o şekilde çıktık. Arkadaşlar, “çıkıyoruz arkadaşlar” diye seslendiler, bağırdılar. “Düzenli halde kol kola gireceğiz ve açılan koridordan çıkacağız” dediler. O çıkış esnasında ateş açmaya devam ettiler yukarıdaki deliklerden. İlker Babacan arkadaş o esnada vuruldu. Daha önce Sultan Sarı ve Fahri Sarı arkadaşlar vurulmuşlardı.
Koridor boyunca kol kola yürüdük. Yani böyle savaştan muzaffer dönen askerler gibi, zafer kazanmış komutanlar gibi yürüdük o koridorda. Üzerimize silahlar çevriliydi. “Yere yatın, yere yatın” diye bağırıyorlardı. Fakat biz orada dimdik ayakta, arkadaşlarımızla kol kola yürüyerek, yani düşmanın kurşunların üzerine, bize doğrultulmuş silahların üzerine doğru yürüdük.