Bir kış günüydü. Soğuktu. Sinan aylardır bizden uzakta, suikast okulunda uzmanlık eğitiminde. Eğitimini tamamlamış ama henüz “mezuniyet törenine” girmemişti. Uzun bir ayrılıktı. Özlemiştik.

Kalktık yanına gittik. Yol uzun ve meşakkatli, kimi yerlerde sınırın sıfır noktasında. Savaşın sürdüğü bir coğrafyada yüzlerce kilometre gideceğiz. Onca arama noktası, bariyer, silahlı asayişler, beton bloklar, hendekler, kasis ve tümsekler…

Gırke Lege’den (Leylek Yuvası) geçip vuruyoruz dağlara doğru. Her tarafta sondaj aletleri... petrol ve doğal gaz alanı burası. Gittikçe yükseliyor yol. Aşağıda kalıyor petrol kuyuları. Hafif ormanımsı alan, derken bildik basbayağı orman. Eğitim okulu orman ve dağ bileşimi bu alana kurulmuş. Bir kilometre, hatta daha uzak mesafeden atış eğitimini, kendini doğanın içinde gizleme işini, tek başına iş yapma becerisini burada ediniyor savaşçılar. Daha doğrusu şerwanlar (savaşçı adayları).

Tabii Sinan yeni bir şerwan değil. Nice çatışmalara, savaşlara girdi buraya gelinceye kadar, Kara Kazak’ta, Sirrin’de, Fırat kıyılarında. Yanı başında komutanının düştüğüne tanık oldu, siperi bırakıp kaçanlar yüzünden. Ama o milim çekilmedi siperinden. Hiç unutmadı o yiğit kadın komutanını. Ölüm her yoklayıp geçişinde yanıbaşından, geldi hatırına o anlar.

Evet Sinan ölümle yarışa girmiş bir savaşçıydı. Ama suikast eğitiminin bir şerwanı. Hem de ne şerwan! Bir kilometreden nokta atışını başaran sayılı öğrencilerden biri! Duydukça ona yönelik övgüleri, içimizde dışavurmamaya çalıştığımız bir gurur.

Nöbetçiler karşılıyor bizi, ellerinde silah, gencecik kadın ve erkekler. Neşeli, güler yüz ve gülen gözlerle uzatıyorlar ellerini. Geleceğimiz bildirilmiş çoktan. Buyur ediyorlar, geçiyoruz içeri. Yemekhanede biraz soluklanıyoruz. Sinan derste. Bitmemiş daha, gelemiyor yanımıza. Biz çaylarımızı yudumluyor, laflıyoruz arkadaşlarla.

Ders sonrası her grup kendi içinde toplanıyor. O günün eleştiri ve özeleştirisini yapıyorlar. Kimin kim hakkında nasıl bir değerlendirmesi varsa koyuyor ortaya. Konuşuluyor, tartışılıyor, tartılıyor... Kırılmaca, gücenmece yok. Yoldaşça, silah arkadaşlığı çerçevesinde.

Derken bitiyor hepsi. Kocaman gülerek geliyor yanımıza Sinan. Sarılıyor, kucaklaşıyoruz tek tek. Yapmacıksız bir mutluluk! Bunca zamandır görmemiş yoldaşlarını Sinan. Çevresinde hep hevaller. Okulun tek Türk’ü o. Ve okulun sevgilisi. Hepsi “Tırko” diyor, el üstünde tutuyor. Özgürlüklerinin en büyük düşmanı olan devletin bir yurttaşı onların özgürlük savaşının destekçisi, savunucusu! Onlar için anlamı çok büyük.

Öte yandan Sinan, bizim Sinan işte. Saf, tertemiz, emekçi. Tanıyanın sevmemesi mümkün değil ki!

Burada yalnız kaldığı süre boyunca nice politik sohbetlere girmişler hevallerle. Bir yandan çat pat öğrendiği Kürtçesi, bir yandan teori öğrenme konusundaki sıkıntısı... Karşısında kalabalık “Apocular”... Hepsi bir yerden yüklenince ne yapsın Sinan! “Ben buraya tartışmaya gelmedim. Partim beni buraya eğitim için gönderdi” deyip çekiveriyor kendini. Kafasında acabalara yer yok! Partisine inanç ve güveni yüksek. Parti ne diyorsa o! Bu kadar net!

Bir çay içimi kısacık bir sohbet zamanımız var. Hızlı hızlı içiyor sigarasını Sinan. İçmiyor aslında, yiyor adeta sigarayı. Birini söndürmeden yakıyor diğerini. Buranın da en iyi yanı bu tiryakiler açısından. Sigara bol. İç içebildiğin kadar! Laflıyoruz, “seni kaçırmaya geldik” diyoruz. Ardından eşyalarını toplamak için ayrılıyor yanımızdan.

Okulun tüm gençleri Sinan’ın gideceğini duymuş. Uzun bir sıra oluşturuyorlar onu yolculamak için. “Tırko” bağırışları, sımsıkı kucaklamalar, kocaman yayvan gülüşler, sarılmalar... yapmacıksız, saf sevgiden oluşan sade bir tören. Sinan’ın gözleri dolmuş sanki biraz. Geride kalan şerwanların da tabii.

Biniyoruz arabaya. Hava kararmaya başlamış bile. Zor olacak yolculuk. Ellerimiz tetikte. Yol boyunca susmayan Sinan’ın kısa kısa hikayeleri... Haydi bakalım Yaşar Bulut karargahı, ver elini!