Bugünlerde herkesin dilinde dolaşan, sokakta politikaya uzak gibi görünen her insanın anlamlandırmaya çalıştığı, çevresinde tartıştığı soru “Ülke nereye gidiyor?”.
Milyonlarca emekçinin, işçinin, gencin dilindeki, aklındaki bu soruya bazıları “Ülke, AKP’nin nefretçi, ayırıcı tutumundan dolayı, iç savaşa gidiyor” diğer tarafta faşizmin, gericiliğin artıklarıyla beslenen, ağzı salyalı “Asacağız, keseceğiz, ezeceğiz” diyen gerici bir güruh. Ve bu savaşın ortasında doğru bir politik hatta yürümeye çalışan, “Şimdi Devrim Zamanı” şiarı ile emekçileri bu savaşın içinde örgütlemeye çalışan devrimci komünistler bulunuyor’.
Her savaşta olduğu iç savaşın da karşılıklı kitleleri, tarafsız görünen, fakat güçlü görünen tarafa meyilli olabilecek bir kitle bulunmaktadır. Yani devrim ve karşı-devrim arasında devam eden amansız bir kapışma mevcut. Bu üzerinde yaşadığımız topraklarda ezilen ulusal topluluklar ve inançlara mensup emekçi kitleler, ezilen ulus statüsündeki Kürt halkı ve elbette sömürünün ve baskının altında yaşamaya mahkum bırakılan milyonlarca kişilik cüssesiyle işçi sınıfı, devrimin kitle gücünü ortaya koyuyor.
Yalnız işçi sınıfının tüm kesimleri sermaye sınıfının hegemonyasından kopabilmiş ve devrimci güçler içinde ana güç olarak var edebilmiş mi, bu konuda elbette üzerine daha fazla tartışmak ve konuşmak gerekir. Diyeceklerimiz tek başına ikna edici olamayabilir, ama “henüz değil” cevabını verebiliriz. Yani sermaye sınıfının var olabilmek için kendine kitle olarak devşirdiği belli kesimler bunların bir kısmı “örgütlü faşistler”, bir kısmı toplumdan dışlanmış, çürüme içindeki salam, sucukla kitle haline getirilen lümpen yığınlar. Savaşın tarafları bunlar iken yaşadığımız topraklar çelişkilerin, çatışmaların biriktiği, yoğunlaştığı emperyalist-kapitalist sistem için elde tutulması gereken bir bölge olarak görülüyor. Bundan dolayı yıllardır mücadele veren, savaşan devrimci kitlenin her ayaklanma, isyanı, en demokratik eylemi bile zorla bastırılıyor. Yoğun bir şovenizm ve nefret ile bu faşist güruh palazlanıyor.
En son Hatun Ana’nın cenazesine saldıracak kadar pervasız, “Bilimsel, laik eğitim standına saldıracak kadar azgın” bu güruh, belki Hitler’in SA’ları kadar güçlü veya dinci-faşist iktidar Nazi Almanya’sının savaş makinesi kadar etkili olmayabilir, fakat her zaman, her yerde (okulda, fabrikada, mahallede) karşımıza çıkmaya hazır bir paramiliter güç olarak el altında tutuluyor. Sürekli dile getirdiğimiz bir diğer gerçek ise devletin bir zor örgütlenmesi olduğu ve ordu, polis, mahkemeler ve buna benzer muhtelif devlet kurumları onun çalışan çarklarını ifade ettiğidir. Fakat son dönemde devlet içinde yaşanan bu çözülmelere karşı dinci-faşist iktidar daha profesyonel, daha organize ve saldırgan bir yapı kurmaya çalışıyor. Ordu, polis içinde özel birimlerde IŞİD gibi unsurların dahi bulunduğu daha önce Sur-Cizre kent savaşlarında ortaya çıkmıştı. Ayrıca dinci-faşist iktidarın doğrudan kendine bağlı milis güçleri de bulunuyor. Bugünlerde bu tip unsurların örgütlendirilmesi yetmezmiş gibi, şimdi de kent savaşlarına hazırlık yapmak için devlet “Meskun Mahal Muharebe Okulları” adı altında kent içinde özel birlikleri gerilla savaşı, mobilize, hareketli birimler şeklinde örgütlemek için askeri okullar kurulmaya başlandı. İşte iç savaşın geldiği sertlikte ve böyle bir dönemde faşist iktidarın büyük bir halk ayaklanması beklediği ve yakın zamanda olabilecek böyle bir ayaklanmanın sertliğine karşı açık bulduğu noktaları doldurmak için harekete geçtiğinin kanıtı.
Evet, “Karşı taraf hazırlanıyor, biz ne yapacağız, bir şeyler yapmalıyız” gibi sözler söyleyenlerle hızla bağ kurmalıyız. Mücadele etmek isteyen, saflarımızı güçlendirebilecek herkese açık çağrılar yapmalıyız. Her alandaki siyasal faaliyetimizi yaygınlaştırmalı, stratejik bölge, semt veya okullarda gençlikle daha sıkı bağlar kurmanın yollarını bulmak lazım. Ayrıca devrimcilerin saflarında umutsuzluk, kaygı, korku yaratacak; lümpen kişilere dikkat etmek, mümkün olduğunca bu unsurları saflarımızdan da uzak tutmamız gerekiyor.
İttifaklar ve Anti-Faşist Mücadele
Geçmişten bugüne mücadele deneyimlerimize baktığımızda, öğrenci gençlik mücadelelerinin zengin deneyimleri önümüzde uzanıyor. Örneğin bir dönem ODTÜ’de düzenlenen “Başkaldırıyoruz” eylemi uzun bir süre adından söz ettirmişti. Ya da Leninist gençliğin iki yıl önce ODTÜ’deki buluşması gençlik mücadelemiz ve DÖB açısından “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganı ile bütünleşmişti.
Evet, dönemsel olarak gençlik mücadelesi ön plana çıkıyor, dün okulda, bugün fabrikadaki işgalde, grevde, yarın ise savaşta ön saflarda hep gençlik var. Peki gençlik örgütleri olarak birbirimizi ne kadar tanıyoruz ve birbirimize ne kadar temas edebiliyoruz? Bugün ileri, savaşçı gördüğümüz gençlik örgütleri ile stratejik olarak bir ittifak, birleşik bir mücadele örme meselesini bugünlerde daha yoğun tartışmak, bulunduğumuz her alanda güç biriktirebilmek için birleşik bir mücadele örmek zorundayız.
Daha önceki yazılarımızda bir devrimci örgütü sadece kadro sayısıyla, dağıttığı gazete, dergi vs ile ölçmenin doğru olmadığını belirtmiştik. Yanlıştır demiyoruz, elbette bir gerçeklik payı vardır. Fakat bir siyasetin diğer gençlik örgütleri arasında tanınması, dirsek temasının olması bizim açımızdan önemli. Çünkü kendi örgütsel çalışmalarımıza ve sorunlarımıza zaman zaman o kadar yoğunlaşıyoruz ki, görünürlük, tanınırlık sorununu aklımıza getirmiyoruz.
Elbette siyasal çalışmalarımız yoğun olmalı, örgütsel olarak etki alanımızı sürekli artırmayı, yaygınlaşmayı en doğal görevimiz olarak biliyoruz. Ancak genel kitle hareketindeki görünürlük, birleşik bir mücadele hattının kurulabilmesi günümüzün en yakıcı sorunlarından biridir. Savaşa hazırlanan dinci-faşist iktidar ve onun güçlerine karşı sadece tumturaklı söylemler ve şiarlar yeterli olmayacak. Siyasal olarak etkin, güçlü bir anti-faşist hat kurulabilmesi ve bu yöndeki pratikler tarafsız görünen, gençlik kitlelerini kendi tarafımıza çekmede ve güçlü bir hat kurmamızda etkili olacaktır. Gün zaferi kazanmak için savaşacak bir militan ruhu ve cüretli bir gençliği istiyor. Haydi, daha ne bekliyoruz?
Umut Güneş