Ve Marx 1866’da Geçici Genel Konsey delegeleri için kaleme aldığı direktiflerde, sendikalara ve sendikal mücadeleye dair şu değerlendirmeyi yapacaktır;
“a) Geçmişleri
.... Sendikaların doğuşu... işçilerin... kendiliğinden girişimlerinden kaynaklanır... Sendikaların ilk hedefi, günlük, ihtiyaçlara, sermayenin ardı arkası kesilmez saldırılarını engelleme yollarıyla, kısacası ücret ve işgünü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır. ...Günümüzün üretimi son bulmadıkça bu eylemden vazgeçilemez... Sendikalar buna karşılık, kendileri farkına varmadan... örgütlenme merkezleri oluşturmuşlardır. Sendikalar, emek ve sermaye arasındaki gerilla savaşları bakımından gerekliyseler, ücretli emek ve sermaye egemenliği düzenini değiştirmenin örgütlü aracı olarak daha da gereklidir.
b) Bugünkü Durumları.
Sermaye karşısında yerel ve acil mücadelelere kendilerini aşırı ölçüde sınırlayan sendikalar, ücret köleliği düzenine karşı çıkma güçlerinin farkına henüz kendileri de tam olarak varmamışlardır. Bu yüzden genel toplumsal ve siyasi hareketlerden pek uzak durmuşlardır...
c) Gelecekleri
(Sendikalar) Özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar... Çabalarının, dar ve bencil olmayıp, ezilen milyonların kurtuluşuna yönelik olduğuna dünyayı inandırmalıdırlar.” (Sendikalar Üzerine C-1 s.80)
Görüldüğü üzere, Marx-Engels, günlük mücadelenin, ücretli köleliğe son verme mücadelesi dönemine özü itibariyle farklı bir biçimde geçtiğini göstermişlerdir. Ücretli köleliğe son verme mücadelesinin içine, ona özgü özelliklerin temeli üzerinde dönüşüme uğrayarak yeni dönemin bir parçası haline gelmiştir. Sendikal mücadele (günlük mücadele, kapitalistlere karşı direniş mücadelesi), ücretli köleliğe son verme mücadelesinin bir manivelasına dönüşerek ona tabi hale gelmiştir. Böylece aşılmıştır. Dolayısıyla, sosyalist bilinçli işçiler, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan her mücadelenin, reformlar mücadelesinin;
1) genel bir başkaldırının ilk kıvılcımı olmasını gözetirler. Kapitalistlerin, her grevde bir devrim korkusuna kapılmalarını sağlarlar.
2) sürmekte olan nihai kurtuluş mücadelesinin bir parçası olduğunu gösterirler; hem işçi sınıfının başka bölüklerinin dayanışmasını isterken hem de dayanışmaya giderken. Dolayısıyla,
3) şiarlarını, taleplerini ve eylem hattını öyle bir belirlerler ki, bunlar, işçilerin (hem eylemin öznesi olan hem de genel işçi kitlesinin) kapitalist sisteme son verme bilincini edinmelerine ve bu yönde harekete geçmelerine hizmet eder.
4) elde edilecek kısmi kazanımlara, işçilerin abartılı bir anlam yüklemesine önlem alır; işçilerin büsbütün kendilerini iyileştirme mücadelesine kaptırmalarına engel olurlar.
Ve son olarak şunu da eklemek gerekir, kapitalistler, ekonomik-siyasal alanda istenen her talebi, kendilerine ait olanın tehditle gasp edilmesi girişimi olarak görür. Ve bunun bir gün, kendilerine ait her şeyin istenmesine varacağını bilirler. Bu yüzden, en basit reform talebine bile direnirler. Onların bu direnişini tek bir şey kırar: Direnişlerinin, talep edilenden daha fazlasını kaybetmelerine neden olacak bir savaşa yol açtığını görmeleri. Ve elbette, asıl olarak da devrim. Bundan dolayıdır ki, emekçi sınıfların elde ettikleri dişe dokunur her reform, devrimin baskısı altında kabul edilmiştir kapitalistlerce.
Yıllar sonra Lenin, reform mücadelesinin, ücretli köleliğe son verme mücadelesinin içine, ona özgü özellikler temelinde dönüşüme uğrayarak devrimin bir parçası haline geldiğini “anlayamayanlara” şöyle seslenecektir;
“.... Sorun pasifistlerin, Kautskycilerin ortaya koyduğu gibi değildir; ya reformist politik kampanya, ya da reformlardan vazgeçme. Sorunun bu biçimde konuluşu burjuvacadır. Gerçekte sorun şudur: ya devrimci mücadele, ki tam başarı elde edilemediği durumda bunun yan ürünü reformlar olacaktır (bunu bütün dünyadaki reformların tüm tarihi kanıtlıyor) ya da reformlar üzerine boş gevezelik ve reform vaatleri dışında hiç bir şey...” (c-5/282).
İşçi sınıfının kapitalistlere karşı savaşının, “çalışma araçlarına el koymayı”, “kendi emeğinin tümüne sahip olmayı”, “ücret sisteminin bütünüyle kaldırılmasını” hedefler hale gelmesi ise; işçi sınıfının politik mücadelesinin de bu hedefle uyumlu hale gelmesini gerekli kılar. Çünkü işçi sınıfının bu yeni hedefine, kapitalistlerin devletine yapacağı baskıyla ve ondan koparacağı yasal düzenlemelerle ulaşabilmesi mümkün değildir. Devletin, iktisaden egemen olan sınıfın iktisadi egemenliğini koruma aracı olması, bunu imkansız kılmaktadır. Dolayısıyla, işçi sınıfının yeni politik hedefi de kapitalist devletin ve bu devlet eliyle şekillenmiş tüm kurumların varlığına son vererek politik özgürlüğü elde etmek ve kendini siyasi erk konumuna getirerek kapitalistlere karşı verdiği savaşı kazanmak olacaktır.
18 Brumaire’de Marx, devletin, burjuva devrimleri sürecinde ve işçi sınıfının bağımsız eylemleri karşısında nasıl burjuvazinin diktatörlüğünün aracına dönüştüğünü ve neden proletaryanın politik hedefinin, zorunlu olarak, mevcut devlet mekanizmasını parçalayarak politik özgürlüğü kazanmak, tam ve tutarlı demokrasiyi elde etmek olduğunu şöyle anlatır;
“... Bürokratik ve askeri muazzam örgütlenmesi ile, yaygın ve becerikli devlet aygıtı ile, yarım milyonluk ordusunun yanı sıra bir başka yarım milyonluk memurlar ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak monarşi döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodal sistemin çöküşüyle meydana geldi. Büyük toprak sahiplerinin ve kentlerdeki bütün mülk sahiplerinin senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü bir çok özel niteliklere dönüştüler; feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular; çelişkili ortaçağ hükümdarlık haklarının alacak haritası, işleyişi, bir fabrikadaki gibi bölüştürülmüş ve bir merkezden yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu. Ulusun burjuva birliğini kurmak için bütün bağımsız yerel, bölgesel, belediyelere ve taşra illerine ilişkin iktidarları yıkmak görevini benimseyen birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak monarşi tarafından başlatılan işi hükümet iktidarının merkezileşmesi ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napolyon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı. Meşru monarşi ile Temmuz Monarşisi, buna ancak, iş bölümü, burjuva toplum içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da devlet yönetimi için, yeni bir materyal doğurduğu ölçüde, giderek artan daha büyük bir iş bölümü eklediler. Bir köprüden, bir okul binasından ve en küçük bir köyün köy mülkiyetinden, demir yollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar, hemen toplumdan ayrıldı, üstün, genel çıkar olarak toplumun karşısına kondu, toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı, hükümet etkinliğinin konusuna dönüştürüldü. Sonunda, parlamenter cumhuriyet, devrime karşı savaşımında, baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini güçlendirmek zorunda kaldı. Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler, bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın önemli ganimeti sandılar.” (sol yay. /120)
ABD’nin kanlı tarihi, 1920-1940’larda Avrupa’daki bir çok devletin faşistleştirilmesi serüveni ve sonrasında yaptıkları, 1950 sonrası, “sosyal hakları” ve “demokrasisiyle” öve öve bitirilemeyen Avrupa devletlerinin kendi başbakanlarını öldürmekten tutunda neo-nazileri desteklemeye kadar birçok icraatları; NATO eliyle yürütülen katliamlar; Latin Amerika’nın ve Afrika’nın darbelerle dolu tarihi ve Türkiye ve kuzey Kürdistan’da burjuva sınıfın kendi ekonomik ve siyasal egemenliğini inşa edip, geliştirirken ve şimdi korurken yaptıkları vb. Tüm bunlar ve daha niceleri üzerine kaleme alınan bolca inceleme, araştırma, anı kitabı ve belgeseller; burjuva devlet aygıtının 1800’lerden günümüze kadarki serüveninin tam da Marx-Engels’in belirttiği gibi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu yüzden Marx-Engels’in “Komünist Manifesto”sundaki;
“İşçi devriminde ilk adımın proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek, demokrasiyi elde etmek olduğu” tespiti tüm canlılığıyla gerekliliğini korumaktadır.
Hiç şüphesiz, işçi sınıfı hareketi ulaşmış olduğu bu yeni düzeydeki mücadelesini sendikal ve benzeri örgütlenmeleri eliyle veremez. İşçi sınıfının sendikal günlük mücadelesinin aşılması, aynı zamanda, onun mücadele örgütü olan sendikal örgütlenme tarzının da aşılması gerektiği anlamına gelir.
İşçi sınıfının yeni mücadele düzeyi, çok yönlü, toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir mücadeleyi ifade eder. Toplumun tüm ezilen kesimlerine gitmeyi, onları kapitalistlere karşı birleşik mücadeleye sokmayı gerekli kılar. İşçi sınıfının mücadelesi, sadece işçi sınıfının içine gidilerek kazanılamaz artık. İşçi sınıfının tüm toplumu tanıması, tüm toplumsal sorunlar hakkında bilgi sahibi olması ve bunları çözme yeteneğine sahip olduğunu ortaya koyması gerekir. ( Daha ayrıntılı bilgi için, Taylan Işık’ın; Türkiye Kapitalizminin ve Yapısal Bunalımının Nedenleri” kitabına bakılabilir.)
Bu ise ancak politik bir örgütlenmeyle, işçi sınıfının burjuvaziden tamamen bağımsız kendi partisiyle, bilimsel sosyalizm öğretisiyle donanmış bir devrimci sınıf partisiyle başarılabilir. Sendikalar ise, Marx ve Engels’in belirttiği gibi, işçi sınıfının günlük mücadele içinde nihai kurtuluş bilinciyle eğitme, onlara kendi partisinde örgütlenme bilincini verme ve sınıfın partisine destek olma işlevini yerine getirmekle yükümlü hale gelmiştir.
İşçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik ve politik mücadele, proletaryanın devrimci sınıf partisinde birleşmiştir. Lenin’in dediği gibi,
“Sosyal Demokrasi, işçi hareketinin sosyalizmle birliğidir, onun görevi, işçi hareketine tek tek bütün aşamalarda pasif bir şekilde hizmet etmek değil, hareketin tümünün çıkarlarını temsil etmek, bu harekete onun nihai hedefini ve politik görevlerini göstermek, hareketin politik ve ideolojik bağımsızlığını korumaktır. Sosyal-Demokrasiden kopuk işçi hareketi, parçalanmak ve kaçınılmaz olarak burjuvalaşmak zorundadır; eğer işçi sınıfı sadece ekonomik mücadele yürütürse, politik bağımsızlığını kaybeder, öteki partilerin bir uzantısı haline gelir ve şu büyük vasiyete ihanet eder; işçi sınıfının kurtuluşu ancak işçi sınıfının kendi eseri olabilir.” (C-2, s.23)
Bu doğrultuda Lenin’in, tüm siyasal yaşamı boyunca Marx-Engels tarafından ortaya konan toplumsal gelişmenin bütünlüklü ve devrimci açıklanışına sadık kaldığını ve bu doğrultuda, “proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek ve demokrasiyi elde etmek” için, politik özgürlüğün işçi sınıfı tarafından bir devrimle kazanılmasını acil görev olarak öne çıkardığını ve her şeyi buna tabi kıldığını görürüz.
Umut Çetiner