Bugün bizi sarmalayan olanaklar açısından bakıldığında oldukça zor ve karmaşık görünmesi normal bir soruna açıklık getirmek hedefindeyiz: Gerçekleşmesi genel bir beklenti haline gelen bir genel ayaklanmada, öncülere düşen görev, devrimin zaferini güvenceye alacak organların ortaya çıkarılması, koşuların yarattığı görev ve hedeflerin, sayıları on milyonlarla ölçülecek ayaklanmacılara benimsetilmesi, iktidarın fethi için tayin edici yer ve zamanda, tayin edici kuvvetlerin toplanabilmesidir.
Soruna bugünden bakıldığında, olağanüstü zor ve karmaşık hale büründüren iki etmen var. Birincisi, koşulları gittikçe olgunlaşan ayaklanmanın, kendiliğinden bir süreçle güçlü ve yakın bağlantısıdır. İkincisi devrimin öncülerine ilişkindir; bir yanda proleter devrimci ajitasyon ve örgütlenme araçlarının gelişiminde istenen düzeyi henüz yakalayamadı; diğer yanda, oportünist kanserin neden olduğu büyük hasar bulunmakta.
Gayet iyi bilinir ki, her gerçek kitle ayaklanması, güçler dengesinde olağanüstü değişimle beraber, zor ya da imkansız görünen görevleri bir çırpıda çözebilecek muazzam güçlerin, mucize kabilinde açığa çıkması demektir. Yüz elli yıllık proleter devrimler tarihinde pek çok örnek var, ama en çarpıcı olanı, 1979 İran Devrimi’nde yaşananlardır. (Volkan Yaraşır’ın “Sokakta Politika” kitabında, iyi bir özet bulunmakta). Ortadoğu’nun nüfus ve toprak bakımından en büyük ülkesinde iktidarın fethini başlatan 9 Şubat Ayaklanmasına, bir elin parmakları kadar bir militan gücüyle katılan devrimci Fedain örgütü aylar içinde 500 bin kişiyle miting yapacak genişliğe ulaşmıştı. O bir avuç devrimci, tayin edici yer ve zamanda öne çıkmış, ayaklanan kitlelerin özlemleri ile örtüşen hedeflere cüretle yürürken, en zor, en karmaşık görevleri yerine getirecek on binlerce yardımcı kuvveti çevrelerinde bulabilmişlerdi. Bu örneği hiç aklımızdan çıkarmayalım.
Zora dayalı bir halk ayaklanmanın bir yazı kapsamına sığmayacak geniş çerçevede analizi, geçen milenyumun sonunda, Taylan Işık tarafından ele alınmıştı. O zaman için, bu konuyu kapsamlı ele alan tek kitaptı, işin tuhaf yanı, halen de bu tek olma özelliğini korumasıdır. Burada biz, kitabın yazılışından sonra geçen zamanın deneyimlerini de göz önünde bulundurarak, daha dar kapsamlı, sorunlara odaklanmakla yetineceğiz. Bu sorunlar şunlardır: Birincisi, büyük bir enerji birikimi sonucu kendiliğinden patlak veren bir ayaklanmada, milyonların kendi iradelerini yansıtacakları bir örgütlenmeye, hangi biçimlerde ulaşılabilir? Ve ikincisi, zor yoluyla iktidarın fethi için gerekli aygıtlar hangi adımları takip ederek ortaya çıkarılabilir? Fantastik bir gelecek tasvirinden mümkün olduğunca kaçınabilmenin tek yolu, burada ele alınan sorunların en yakın devrim deneyimlerinde nasıl çözüldüğüne ya da aynı deneyimlerin neyi eksik bıraktığına bakmaktır. Aktarılan bilgilerin kısıtlılığına rağmen, iktidarın fethine en çok yaklaşan iki örnekten, Kazakistan ve Sri Lanka deneyimlerinden bolca yararlanacağız. Sudan, Lübnan ve diğer devrim ve ayaklanma deneyimlerine de kısa değinmelerle yer vereceğiz.
Ele aldığı her sorunu ciddiyetle ele alma alışkanlığı edinmiş her Leninist “o kadar uzağa gitmeye gerek yok, bizde de Gezi var, 6-8 Ekim var” diyecektir. Bu toprakların yaşadığı en görkemli iki ayaklanmanın yol gösterici gücünden hiç şüphemiz yok. Yine de, çok daha karmaşık sorunları aydınlığa çıkaran o duruma, yani iktidarın fethine, Kazakistan ve Sri Lanka’da şahit olduğumuz denli yaklaşan örnekler sunamadılar. Öte yandan, Gezi ve 6-8 Ekim, biz Leninistler sorunu ne zaman önlerine koysak, aynı mızmız tutumla karşımıza çıkan oportünizme verilecek en güçlü cevapları içermeye devam ediyor. Ne demekte bu mızmızlar sürüsü? “Sosyalistler kitlelere güven veremiyor, o yüzden ayaklanma filan olmaz.” Ya da şöyle: “Kendiliğinden bir ayaklanmaya sol öncülük edemez, umutsuzca sönümlenir.” Başkalarının kayıp eşeğini ıslık çalarak arayan bu mızmız ve ciddiyetsiz topluluğa çok kez söyledik, yeri geldi tekrar edelim: Gezi Ayaklanmasının başındaki Taksim Dayanışması, bir “sol örgütler koalisyonu” değil miydi? Peki 6-8 Ekim, UKH’nin çağrısıyla başlamadı mı? Şundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bu topraklarda emekçiler, sandık başında gösterdikleri tutumun tersine, her sokağa indiklerinde, başlarında devrimcileri ve sosyalistleri görmek isterler, sokaktayken başka kimselere güvenmezler. Uzun devrim tarihimizde bu hep böyle oldu ve böyle olacak.
Kaçınılmazlığı üzerine yapılan tartışmaların giderek ciddiyet kazandığı bir ayaklanmada, sürecin kendiliğindenliğe bağlı oluşu, karşımıza şöyle bir soru çıkarıyor: Ayaklanmayı getiren patlama hangi biçimde ortaya çıkacak? Sorunun önemi şurada: patlamanın gerçekleşme biçimi, devrimin en temel sorunlarına çözüm bulmada hangi halkayı tutacağımızı belirleyecek. Kendiliğinden süreçle güçlü ve yakın bağ, sorunu şimdiden bakışla puslu hale getiriyor. Öyleyse, puslu havayı dağıtmak için, içinde bulunduğumuz yüzyılın ayaklanma deneyimlerini ele aldığımız çerçeve içinde kategorileştirelim.
1)Halkın partisiz en geniş kesimlerinin adeta “can havliyle” sokakları doldurması, sahip olduğu birikmiş enerjiyle, kısa sürede iktidarın fethine yaklaşması. Kazakistan, Lübnan...
2)Emekçi sınıfların örgütlü kesimlerinin başlattığı harekete, sonradan partisiz en geniş kesimlerin dahil olması. Güney Amerika’da, Sudan ve Sri Lanka’da yaşananlar, bu tür bir ayaklanmanın örneklerini sunuyor.
3)Ezilen milyonların, genel hesaplaşmayı, ayaklanma ve seçimlerin birbiri içine geçtiği bu süreçte ele almaları; Bu durumda seçimler ya beklenmedik bir sol hükümet çıkarır ya da egemenlerin seçim hileleri yeni ayaklanmaları tetikler. Şili, Peru, Kolombiya, yakın geçmişte İran ve en taze örnekleriyle Tunus ve yakın gelecek aday ülke olarak Brezilya.
Burada, büyük çeşitlilik ve zenginlik içeren son yılların ayaklanma deneyimlerini en genel çerçevede sunduk. Kuşku yok ki, her kategorik soyutlama gibi, bu üç farklı biçim arasında aşılmaz Çin setti yok. Ara tonlar, her biçimden farklı ögeler taşıyan daha karmaşık süreçler oldu, olmaya devam edecek. Bu koşul akılda tutulacak. Bu topraklardaki olgunlaşma dinamiklerinin, hangi biçimi daha yüksek bir olasılık haline getirdiğine bakalım.
Sorunun cevabı, derin bir analize gerek duymayacak ölçüde basittir aslında. Dinci faşizmin Gezi paranoyasıyla her kıvılcımı toprağa düşmeden yakalamaya odaklı baskısı, emekçi sınıfların örgütlü kesimlerinden başlayıp adım adım genişleyen bir çeperde ayaklanma biçimini, düşük bir olasılık haline getiriyor. Oportünizm kanserinin yaygınlığını da, olasılığı düşüren bir etmen olarak listeye ekleyebiliriz. Öte yandan, emekçilerin en geniş kesimlerinin seçim sandıkları başta olmak üzere, parlamento ve diğer anayasal kurumlara duyduğu güvenin artık yerlerde süründüğü biliniyor. Bu durumda, seçim süreciyle iç içe geçecek bir isyan, ancak, emekçilerin umutsuzca tutunacağı son çare olarak önümüze çıkacaktır. Çok daha yüksek bir olasılık ise, milyonların “can havliyle” sokaklara dökülmesidir. Ekonomik buhranın yarattığı çöküş, bu çöküşün temposu, partisiz en geniş kesimlerin varlık yokluk meselesiyle sokaklara inme olasılığını, diğerlerinin önüne geçiriyor.
Leninist literatürde, iki yılı aşkın, süredir, bir açlık ayaklanmasının gündemde olduğu tartışılıyor. Bir ayaklanma lafı duyduklarında kafalarında hep “duru gökte çakan şimşekler” canlandıranlar için, ayaklanma koşullarının yıllara yayılan olgunlaşma süreci, elbette anlaşılmaz bir durumdur. Leninistler, gerçek yaşama bir çukurun dibinden bakmadıkları için, hemen her gün, gelmekte olan dalganın şiddetini, çapını ve derinliğini hesaplayacak pek çok gelişmeye tanıklık ediyorlar. Görünen o ki, olgunlaşan ayaklanma, karşı-devrimin en sağlam kalelerini sarsıp bölecek ölçüde yaygın; tuzu kuruların yumuşak tutumlarının itibar görmeyeceği ölçüde şiddetli; uzun iç savaşın deneyimli kitleleriyle devrimin en taze unsurlarının bütün yapay ayrımları bir yana koyarak omuz omuza gelecekleri ölçüde köklü; düzenin topyekun değişimini gündeme getirecek ölçüde derin bir harekettir. Böylesi köklü ve derin bu değişimi önüne koyması gereken, bu özlemleri bağrında büyüten bir genel hareketin olgunlaşma sürecinin uzamasına şaşmamak gerek. İşte tam bu nedenle, Gezi-Haziran Ayaklanmasını başlatan o pek cılız bahaneden çok daha sarsıcı pek çok gelişme, böyle derin köklü bir ayaklanma için yeterli olmadı.
Beklenen ayaklanmanın bir türlü gerçekleşmemesi, oportünizmin ağzına çiğneyeceği bir dolu sakız verdi. Onlara sorsanız, halk açlığa alıştı, halk bu cehennemi köleliğe boyun eğdi, halk bedel ödemekten korktu, vs vs. Devrim üzerine hiçbir ciddi fikirleri yoksa, en azından, şu günlerde yüzbinlerce kişinin internetten takip ettiği sokak röportajlarına baksınlar. Orada, hemen tüm kent ve hatta ilçelerde, emekçilerin genel bir harekete kayıtsız kalamayacak denli öfke ve hiddet duygularıyla korkmadan, çekinmeden konuştuklarına şahit olabilirlerdi. Kesin ve net ortaya konmalı ki, gerçek açlıkla boğuşan milyonlar, genel bir bahane ile patlak verecek bir isyanın özlemi ve beklentisi içindeler. Fakat şimdi bu bahane, öncekilerden farklı olarak, hiç kimsenin şuraya buraya çekiştiremeyeceği, üzerinde pazarlık yapamayacağı netlikte, emekçilerin birleşmesini önleyen engelleri aşacak genişlikte, sonuna dek gitmeyi kışkırtacak keskinlikte bir “genel bahane” olmalıdır.
İşte, ekonomik buhranın gidişatı, aranan nitelikteki bahaneyi kimsenin görmezden gelemeyeceği bir parlaklığa kavuşturuyor. Çünkü, yüzde onluk bir nüfus dışında kalan onmilyonları öyle yavaş yavaş değil, bir anda çukurun dibinde yuvarlayan ve en altta kalanları gerçek anlamda bir ölüm kalım mücadelesine iten türde bir buhran yaşıyoruz. En alttakiler yani açlar ordusu, şimdiye dek, apartmanların karanlık bodrumlarında ya da çok uzak semtlerin çamurlu sokaklarında sessizce katlandıkları cehennem azabını, artık sokaklarda, en işlek caddelerde göze batacak biçimlerde yaşamaya başladılar. Evlerinden atılanların doldurduğu parklar, semt pazarlarında çürük sebzeleri bile alamayacak durumdakilerin gündüz vakti çöpleri karıştırmaları ve benzeri çıplak açlık görüntüleri, basının manşetlerini dolduruyor. Sessizce yaşadığı köşelerden meydanlara yayılan açlık, aynı çukurda debelenen milyonlara, hemen kapılarının ardında bekleyen kendi geleceklerinin cehennemini sergiliyor. Onları öfkenin ötesine taşıran bir varlık yokluk dehşetiyle dolduruyor. Kabaran bu yeni ruh hali, dehşet doludur. Öfkenin hemen ötesinde, umutsuzluğun çılgınca bir cüret ve cesarete dönüştüğü, çünkü dönüşmek zorunda olduğu bir alan bulunuyor. Gündüzün aydınlığına, kalabalık meydanlara sızan açlık, aranan, beklenen en güçlü “genel bahane”yi sağlayacak denli net bir mesaja, kararsızları ve yalpalayanları kararlılığa sürükleyecek kadar keskin bir çelişki barındırıyor.
Nasıl bir olayın ya da olaylar dizisinin, şimdi dehşet içinde yaşanan bu umutsuzluğu çılgınca bir cürete çevireceğini bilemeyiz. Bilmemize de gerek yok. Ancak kıvılcımı çakacak olayların, kısa sürede, en önce açlık cehennemini bire bir yaşayanları ve hemen ardından açlık tehlikesiyle burun buruna bulunanları toplamda milyonlarca emekçiyi genel bir hareketin tufanına katacağını söylemek, herkesin bildiğini veya sezinlediğini dile getirmek demektir. Bu, can havliyle girişilmiş bir eylem olacaktır. Bu noktada, devrimci bir parti ya da partiler grubunun yapacağı ajitasyonun önemini, etkisini, tümüyle hesabın dışında tutmak doğru olmaz. Belki bir eylem çağrısının umulmadık bir kitlesellikle cevaplanması, beklenen kıvılcımı ateşleyebilir. Ama bu durum dahi, hareketin geneline kendiliğindenliğin damgasını vurmasını önleyemez. Çünkü karşımızda, ezici çoğunluğu partisiz, hatta önemli bir bölümü karşı-devrim saflarından daha yeni kopup gelmiş, dizginsiz ve kör bir şiddetin peşine düşmeye hazır milyonlar olacak. Böyle bir kalabalığı örgütlü bir güç, ama devrimin zaferine dek kararlılığını koruyacak, iktidarın zor yoluyla fethine odaklanmış bir örgütlü güç olarak bir araya getirmek; işte hemen önümüzdeki, gerçekleşmesi olağanüstü zor görünen görev budur.
Görevin olağanüstü zorluğuna gözlerimizi kapamak niyetinde değiliz. Karşımızda devasa ve karanlık bir orman ve öncüler ormanı boydan boya katedecek bir patika açmak için baltalarla işe girişiyorlar, durum budur. Ama, dünya devrim deneyimlerinin bize sunduğu derslerden yararlanabiliriz, bu dersleri karanlık ormanı geçerken yolumuzu belirleyecek kutup yıldızı gibi kullanabiliriz, kestirme yollar keşfedebilir, derelerin açtığı boşlukları izleyebiliriz. Yaşanan devrim ve ayaklanmalardan amaca uygun dersler çıkarabilecek teorik araçlarımız var, bu yüzden her şeyin karmakarışık göründüğü, herkesin sele kapılıp sürüklendiği anlarda, ne yapılması gerektiğini, hareketin neye ihtiyaç duyduğunu bilen bir öncü, bizzat sahada olacak.
Umut Çakır