Emekçi sınıfların çektiği sefalet, acılar ve açlık üzerine çok şey yazılıyor. Yazılıyor fakat yetmiyor mahşeri cehennemi anlatmaya. Ama bu cehennem sofrasında, daha az dikkat çeken çok önemli gelişmeler oluyor.
Adeta, devrim ve karşı-devrim cepheleri, genel muharebeye hazırlanan ordular gibi, kendi güçlerini sınayan provalar yapıyor, tatbikatlara girişiyor, moral üstünlüğü ele geçirme rekabetine giriyor, mevziler ve kanatlar yeniden düzenleniyor. Ve tüm gözler sonucu belirleyecek o çarpışmayı başlatacak işaret fişeğine çevrilmiş durumda.
En son, İstanbul Sözleşmesinin iptaline tepki olarak kadınlar, 40 kentte alanlara çıktılar. Metropollerde cesaret ve cüret dolu çatışmalara giriştiler. Yoğun, öfkeli bir kadın kitlesi, EKA’nın “Her Şey Değişecek” sloganında buldu kavganın esas ruhunu. Yaygınlığı ve öfkesiyle benzer bir eylem dalgası, Deniz Poyraz’ın vahşice katlinden sonra ortaya çıkmıştı. Bundan önce de, Boğaziçi öğrencilerinin eylemi, aynı yaygın etkiyi yaratmıştı.
Yükselişi devam eden devrimci halk hareketinin, en göze çarpan karakteri, bu eylemlerde rahatlıkla tespit edilebilir. Ele alınan mesele, ne kadar kısmi veya yerel olursa olsun, başlayan hareket aynı anda onlarca kenti sarsıyor. Bu eylemler, ne yerel düzeyde kalıyor, ne tecrit edilebiliyor ne de ele aldığı kısmi sorunla sınırlı kalıyor. Gezi Ayaklanmasından bu yana devrimci kitlelerin takındığı politik tutumla uyuşan bir hareket tarzıdır bu. Emekçi sınıflar kısmi değil, ancak genel ve koordineli bir eylemin sonuç alabileceğini Gezi’den öğrenmişti ve bu düzeyin peşine düşen çağrılara pek az ilgi göstermişti. Şimdi bu tutum, daha farklı biçimle kendini ifade ediyor.
Her kısmi ve yerel mesele, genel hareket düzlemine taşınıyor. Ancak gerçek bir ayaklanmanın eşiğine gelmiş -dahası böyle bir ayaklanmaya şiddetle ihtiyaç duyan- bir hareket, bu türden tutum sergiler, özellikler gösterir.
Bu tespitin doğruluğuna kanaat getiren herkes için, gelişen kitle eylemlerinin nasıl ve hangi yollardan, genel bir meydan muharebesinin hazırlık manevraları olduğu, buna hizmet ettiği, daha kolay anlaşılabilir. Zorlu salgın ikliminde, bu korkunç tehditten en az etkilenen gençlik, genel manevra alanını test eden ilk devrimci bölük olmuştu.
Salgının bunaltıcı harareti biraz dindiğinde, sırayı devrimci Kürt halkı devraldı. Bu tür protestolarda alışılageldik “barış” söylemlerini yuhalayarak, gerçekleştirdikleri pratiğin asıl içeriğini ortaya koydular. Derken, kadınlar tam anlamıyla herkesten rol çaldı; polis barikatlarını tekmelerle parçaladılar, sokak aralarında inatçı bir çatışmaya giriştiler; çoğunun taşıdığı bayrak mor renkte olsa da, kavgaları “her şeyin değişeceği” kızıl renklere bezenmişti. Burada sayılı büyük ve sarsıcı eylem dizilerinin, birbirinden kopuk, sırayla gerçekleşmesi kimseyi şaşırtmasın, aldatmasın. Çünkü birleşme noktası, bizzat ayaklanmanın kendisi olacaktır. O zamana dek, her büyük ordu kolu, kendi en yakın çevresiyle ilk teması gerçekleştirerek, bir ayaklanmada oynayacakları rolün pratik provasını yapmakla meşgul olacak.
Dikkatli okurun gözünden kaçmayacak soru şudur: Bu genel manzarada işçi sınıfının yeri nerededir? Sınıfın ana gövdesi, aynı anda onlarca kente yayılan bir pratiği henüz sergilemedi. Bu eksikliğe rağmen, işçi sınıfının eylem dalgası, diğerleri kadar yaygındır; farklı zamanlar ama her yerde hatta en gerici, en uysal görünen kentlerde bile, işçi sınıfı, eylemiyle büyük bir silkinişin ilk kıvılcımlarını çakan sınıf oldu.
İşsizliğin ve açlığın nefes kesici tehdidini, yalnızca bu pandemi ve krizde değil, ömrü boyunca hisseden bir sınıfın, adımlarını, aceleye getirmeden daha temkinli ve soğukkanlı atmasında şaşılacak bir şey yok. Bu politik temkinliliğe rağmen, yaşanan kriz sınıfın ana gövdesine hakim olan duyguyu, güvensizlik ve hoşnutsuzluğun ötesine taşıdı. Şiddetli duygulardan, sahip oldukları tek örgüt olan sendikalar da paylarına düşeni aldı. Bu yüzden, sınıfın en derine inen katmanlarında, komiteleşmeye doğru ciddi bir eğilim ve heves gözleniyor, şurada burada bağımsız sendikalar boy veriyor.
Uzun yıllardır proletaryayı unutan reformistler bile, bu eğilim ve dalgadan yararlanabilmek adına, işçi örgütlenmesinde komite ve meclisleri yarıştırmaya koyuldular; ne de olsa bu alan oldukça verim ve geri dönüş vadediyor. Bu yol ve araçlarla işçi sınıfı, ayağında prangalar olmadan, mümkün olduğunca geniş çerçevede birliğini sağlamış olarak, ufukta görünen genel hesaplaşmanın en hazırlıklı kolordusunu kurmaya çabalıyor, sınıf öncüleri bu çabanın en büyük destekçileridir.
Kuşkusuz, hiçbir ayaklanma burada yerini alacak diğer sınıflar gibi, işçi sınıfının da hazırlığını bitirmesini beklemez. Çok büyük olasılıktır ki işçi sınıfı en geniş birliğe kavuşabileceği, ayağındaki prangalardan kurtulabileceği koşullara, ancak bir genel ayaklanma sırasında ve sürecinde kavuşacaktır. Tekelci faşist egemenlik altında, yolunun üzerinde binlerce mayın çevresinde kat kat dikenli tel bulunan bu sınıf, ancak bir ayaklanmayla en geniş çerçevesine ulaşacağı temel eğilimlere, daha şimdiden sahiptir.
Bir ayaklanmayla, bu kez geri dönüşü pek mümkün olmayan bir yola girecek olan nihai muharebenin hazırlık alanlarından biri, moral üstünlüğü ele geçirme ve koruma rekabetidir. Bu noktada devrim, hasmından kat be kat üstün görünüyor. Bu üstünlüğün, somut, ölçülebilir ve bu yoldan kanıtı sunulabilir bir aracına sahibiz. Sosyal medyadan bahsediyoruz. Ama, nasıl ki moral üstünlük, pratik çatışmalarda elde edilen üstünlük ile kıyaslanamaz ise; aynı şekilde, sosyal medyanın olağanüstü hareketliliğini, çatışma alanlarının hareketiyle kıyaslanması ya da bunun yerine konması elbette düşünülemez. Yine de bu temel yaklaşım, kimseyi sosyal medyanın etkisini küçümseme noktasına taşımamalı.
Sosyal medya, yakın zamanlarda meydana gelen tüm devrim ve ayaklanmalarda sayısız kez kanıtlandığı gibi, bir düşünsel-moral hazırlık mecrasıdır: güncel gelişmelerin karmaşası içinde, odaklanması gereken asıl meseleyi kitleler bu mecra üzerinden belirliyor, fikir ve yorumları bir noktada buluşturuyor ve ek olarak, bir ortak duygu tufanı yaratıyor.
Geçen yüzyılın devrimleriyle bu yüzyılın devrimleri arasındaki en dikkat çekici fark, bu alanda kendini gösteriyor. Geçmişte, esas noktayı öne çıkaranlar devrimci partilerin propaganda gruplarıydı, ortak duygunun tohumları bu partilerin ajitasyon faaliyetiyle fırtınaya dönüşürdü. Şimdi, ezici çoğunluğu partisiz, milyonlarca propagandacı, milyonlarca ajitatör var. Ama süreç, diyalektik işliyor: partilerin daha az görünür olduğu alanlardaki kayıp; yani bizzat teşhir, önemli olanı bulup açığa çıkarma vs. faaliyetler yerini, daha genel ve daha kritik politik dönemeçlerde ortaya çıkan boşluğu doldurmakla telafi oluyor. Ne de olsa, on milyonların etkin biçimde katıldığı bu ajitasyon-propaganda faaliyetinde, çok fazla önyargı, çok fazla boş inanç, çok fazla küçük burjuva tortu var. Popülerlik (fenomenlik) peşinde koşan ne kadar küçük burjuva varsa, hepsi sosyal medya mecrasında, bir proleterden çok daha kıvrak ve ustalıkla boy göstermeyi biliyorlar. Net amaçlar ve duru hedeflerden yoksun her duygu seli gibi, sosyal medyanın sağladığı birlik, bu önyargıların ağlarına takılıyor ve kısa sürede dağılıyor.
İşte devrimci partilerin kritik rolü, burada ortaya çıkıyor: Düşünsel hazırlığın sosyal medya yatağında harekete, ihtiyaç duyduğu amaç ve hedef açıklığı kazandırmak. Devrimin en temel sorununa, iktidarı zorla fethetme sorununa dokunmadan yerine getirilmesi imkansız bu misyon, elbette en az geçen yüzyıl kadar, zorlu ve engebeli bir koşudur. Fakat, devrimci partileri bu mecrada elde edecekleri üstülük de, bir o kadar köklü değişimler yaratacaktır, çünkü artık zihinsel dönüşümün çapı, on milyonları kapsayacak ölçektedir.
Devrimci kitle hareketinin yükselişine paralel gelişen sosyal medya hareketliliği, önemli konulara düşkün bu muazzam ölçekli yoğunlaşma, hem bir moral üstünlük kavgasıdır hem de başlayan harekete bir an önce net bir biçim, amaç ve hedef birliği kazandırma ihtiyacının ürünüdür. Bu açıdan, sosyal medyanın açık politik hesaplaşma ve rekabet arenasına dönüşmesi, hareketin bir ayaklanmanın eşiğine gelmesiyle çok yakından ilgisi vardır. Yine de unutmayalım: Önyargıların, boş beklentilerin, gerici özlemlerin hatta kişisel hırs ve arayışların dahil olmadığı hiçbir halk devrimi yoktur. Bunlarla birlikte ve bunlara rağmen devrim yol alacak. Bu yüzden, bir amaç birliği ve moral üstünlük kurmaya dair zihinsel hazırlık, tümüyle katedilmeden önce, bir ayaklanmanın patlak vermesi ihtimallerin en büyüğüdür. Çoğu yer ve zamanda emekçi halk kitleleri, bu zihinsel silahlarla donanmadan çok önce, sadece cesaretin ve cüretin kabarttığı öfkeyle isyana dururlar. Bir ayaklanmanın patlak verebilmesi için, dizginsiz bir öfke, yeterli sebeptir.
Yaklaşan genel hesaplaşmanın ayak sesleri, karşı-devrim saflarında belirgin bir panikle karşılanıyor; cephesel yarılmalara uzanacak bir etki yaratıyor: Her büyük devrimci atılım döneminde karşımıza çıktığı gibi, karşı-devrim saflarındaki cephesel yarılmanın ana eksenini, kanlı bir bastırma veya politik çevirme arasındaki derin farklılık oluşturuyor. Öncekiler bir yana, burada ele alınan son birkaç dizi kitlesel eylem dalgası kanıtlamıştır ki, ne polis terörü, ne kanlı saldırılar hareketin yükselişini engelleyebiliyor. Aksine, dozu yüksek baskı, öfkesi yükselmiş bir karşı hamleyle cevap buluyor. Hesap gününün yaklaştığına ilişkin korku, ya dizginlerinden boşanmış bir şiddetle ya da “hatalar düzeltilir, bağırsaklar temizlenir” yalanlarını kitlelere yutturmakla, biraz olsun dinebilir.
Önceki iktidarlar, kanlı bastırmalardan vaatlere geçebilmenin veya her iki yöntemi bir arada kullanabilmenin olanaklarına sahipti. Dinci faşizm de, ilk dönemlerde bu türden politik manevra kabiliyetine sahipti. Fakat şimdi, ne bu esnekliğe sahipler ne de iktidarın üzerine inşa edildiği koalisyon, bu türden manevralara izin veriyor. Esnekliği kaybettiren kibirdir. Ama sözünü ettiğimiz kibir, reformizmin sakız gibi çiğnemeye bayıldığı “tek adam”a özgü kibir değildir. Tekelci sermaye, son yıllarda fazlasıyla semirdi ve bölgede egemen bir güç olma hevesine saplandı. Suriye ve Irak’taki işgaller, Libya’daki hükümetin kuruluşuna müdahaleler, peş peşe geldi. Görünürdeki bu başarılar, katıksız bir kibri besledi. RTE, yakın zamana kadar “ezer geçerim” güveni taşıyordu. Ancak, dış politikada ardı ardına yaşanan gerilemeler ve elbette yaklaşan devrimci halk hareketi, öyle “ezip geçme”nin artık mümkün olmadığını tokat gibi suratlarına vurdu. RTE’nin içine girdiği ruh hali “nankörler!” nidasında ifadesini bulan o derin hayal kırıklığıdır. Ve hiç tereddütsüz, tekelci sermaye sınıfının ruh halinin dolaysız yansımasıdır. Hayal kırıklığının parçaladığı kibir, ancak inatla ayakla tutulabilir. Ve bu da, politik esnekliğin kaybı demektir.
Faşist politik karakter taşıyan her yönetim gibi, dinci faşizm de, bir politikadan diğerine, ancak bünyesinde ciddi tasfiyeler yürüterek geçebiliyor. Asıl zorluk burada çıkıyor. Kanlı bastırmanın temel aktörleri, farklı çıkarlarla kuyruklarından birbirine bağlı bir iktidar koalisyonunun ana halkalarında yer alıyorlar. Öyle diş çeker gibi, bir hamlede çekip çıkarmak hiç de kolay değil. Buna rağmen, hesaplaşma anından kaçınmanın artık mümkün olmadığını hissedenlerin korkusu, en kirli ilişkilerin ifşaatına yol açmaya devam ediyor. Bu ifşaatlar, devrimin büyük kitlesi on milyonlar tarafından adeta havada kapışılıyor; karşı devrimi utanç içinde bırakıp sindirmek maksadıyla tepe tepe kullanılıyor. Ve bu durum, birkaç büyük kellenin uçurulacağı bir tasfiyeyi yapma yeteneğinden yoksun iktidarı, cephesel bir yarılmaya doğru sürüklüyor.
Hiçbir ayaklanma, duru gökte çakan şimşekler gibi ortaya çıkmaz, ama böyle karşılıklı manevralar, moral hazırlıklar, provalar ve tatbikatlar aşamasından geçer. Uzun ve yoğun bir devrimci tarihe sahip bu topraklarda, kitlesel gürültü patırtıya fazlasıyla alışık olanlar, arka planda sürüp giden bu hazırlık aşamasını kavramakta zorlanabilirler. Yaşlı köstebek, işlerini hep toprak altında yürütür. Gelinen aşamada, devrimci halk hareketi, genel bir ayaklanmanın eşiğinde dolanıp durmakta; karşı devrim ise her an patlayacak bir fırtınanın korkusuyla, kendi saflarında yayılan moral bozukluğu ve dağılmanın önüne geçmeye çalışmakta. Tam da böylesi karşılıklı denge, şu tespiti yapmayı kolaylaştırıyor.
Her an, her şey değişebilir!
Umut Çakır