70'li yılların devrimci gençliği iyi bilir; o yıllarda Ernesto Che Guevara'nın dilden dile dolaşan bir “yemin”i vardı. “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, eğer...” diye devam eder, “hoş geldi safa geldi” diye biterdi.
Söz konusu yıllarda, devrimci gençliğin -sosyal refromist, uzlaşmacı gençliğin değil- hemen hemen bütün mitingleri bu yeminle biterdi. Konumuz bu değil. Yine de sözü edilmişken günümüzün devrimci gençliğine hatırlatıp tavsiye etmek istiyoruz. Ajitatif yönü oldukça güçlü bir konuşmanın son sözleridir.
Gelgelelim, günümüzün sosyal parti ve çevreleri, Che'nin bu sözlerini tersten anlamış gibi görünüyorlar. Che'nin sözleri burjuvaziye karşı devrim mücadelesinde ölümüne kararlılığı ifade ederken, sosyal reformist parti ve çevreler “nereden gelirse gelsin” sözlerini kendi uzlaşmacı dillerine çevirip burjuvaziye uzlaşma mesajı göndermenin şifresi haline getirmişler.
“Terör nereden gelirse gelsin” şimdi tüm sosyal reformist parti ve çevrelerin “amentüsü” olmuş. Aslında bu partiler, yıllar önce, özellikle 90'lı yıllarda, iç savaşın en şiddetli dönemlerinde, faşist devletin en ufak bir devrimci eyleme dahi şiddetli tepki gösterdiği dönemde, bu ifadeyi, devrimci eylemleri kınamak ve faşist hükümetlere “bakın biz onlardan değiliz” mesajı göndermek için keşfetmişlerdi.
Özellikle de, doğrudan kınamaya, karşı çıkmaya, tavır almaya cesaret edemedikleri UKH'nin eylemlerini kınamak; UKH ile aralarında bir mesafe olduğunu göstermek için. Uzlaşmacı küçük burjuva parti o yıllarda bu sosyal reformist parti ve çevrelerden bir ölçüde farklıydı. Faşist hükümetler devrimci eylemlerin kınanmasını talep ettikleri her seferinde şimdinin uzlaşmacı küçük burjuva partisinin öncelleri, kınamak yerine devletin Kürdistan'da işlediği katliamlara işaret ederlerdi.
Küçük burjuva uzlaşmacı partinin bu politikası, “Türkiyelileşeceğim” diye, bütün sosyal reformist tortuları, “yetmez ama evet”çileri, liberalleri saflarına dolduruncaya kadar sürdü. Ancak bu saatten sonra, eşitsiz gelişme yasasına uygun olarak, ya da boynuz kulağı geçer misali, “terör nereden gelirse gelsin” tiradını herkesten önce ve herkesten çok tekrarlar oldu.
Burjuvaziye uzlaşma mesajı göndermede öncülük artık küçük burjuva uzlaşmacı partinin ellerindeydi. Mersin'de iki devrimci kadın gerillanın eylemini “kınama”da birbirleriyle yarışmaları bu yolda “eşik” atlamaydı. Artakalan sosyal reformist parti ve çevreler, bayraktar partinin ayak izlerini, mayın tarlasında yürür gibi takip ediyorlar.
Eşik atlamalarına atladılar ama bu sefer pusulaları iyice şaştı. Faşist devletle, dinci faşist hükümetle arayı bozmamak adına, dinci faşist çevrelerin terör eylemlerinin faillerini adlarıyla, yerleriyle işaret edemez hale geldiler.
Taksim/İstiklal caddesinde 13 Kasım'da dinci faşistlerin yaptıkları terör eylemine karşı yaptıkları açıklamalar sosyal reformist parti ve çevrelerin bu politikalarının son örneği oldu.
Faşist devlet, yönetimiyle, emniyet güçleriyle, İçişleri Bakanıyla bu terör eylemini PKK-PYD üzerine yıkmaya çalışınca bütün sosyal refromist partiler, bunlara uzlaşmacı küçük burjuva parti dahil, gözlerine far tutulmuş tavşan misali, ne yapacaklarını şaşırdılar ve ünlü klişelerine, buna sakız demek belki daha doğrudur, sarıldılar: “Terör nereden gelirse gelsin lanetliyoruz”..
Örneğin EMEP, dinci faşistlerin katliamından bir gün sonra, bu çetelerin adını anmadan, şöyle diyordu:
“Kör terör eylemleri halk düşmanlığıdır, demokrasi ve emek mücadelesini yükseltelim”
“Kör terör eylemleri” kavramının aynı çevreler tarafından, özellikle 80'li yılların ikinci yarısı ile 90'lı yıllarda UKH'nin eylemleri için kullanıldığını biliyoruz. EMEP, çok açık, S.Soylu'nun ve EMG'nin açıklamalarının etkisiyle, eylemi PKK-PYD'nin yapmış olabileceği düşüncesiyle hareket etmişti. Evrensel yazarları ancak beş-altı gün sonra, yani katliamın dinci faşist çetelerin işi olduğu Mısır'daki sağır sultan tarafından bile anlaşıldıktan sonra, eylemde “cihadçıların ayak izlerini” bulabilmişti.
Sol Parti, “nereden gelirse gelsin” ifadesini biraz değiştirmiş, “kim yapmış olursa olsun”a çevirmişti.
“İstiklal Caddesi’nde gerçekleşen halk düşmanı terör saldırısını kim yapmış olursa olsun lanetliyoruz.”
Dinci faşist çetelerin yaptığı -devletin, MİT'in bu işe dahli nedir sorusu ayrı bir konudur- ayan-beyan ortadayken, failler neden adıyla, sıfatıyla anılmaz da, devrimci güçleri de ima eden muğlak bir ifade kullanılır. Elbette, faşist devlete, dinci faşist iktidara bir işaret, bir mesaj vermek için. “Kimden gelirse gelsin”, faşist devletin, dinci faşist iktidarın kulağına “biz onlardan, yani bildiğiniz devrimcilerden değiliz”e dönüşmüş olarak gelir. Çünkü, dinci faşistlerden olmadığınızı, el-hak, bütün devlet birimleri ve dinci faşist iktidar zaten biliyor!
PKK ve ardından PYD, İstiklal caddesindeki patlamayla hiçbir ilgilerinin olmadığını ve bu tür eylemlerin kendi politikalarıyla ilgisi olmadığını, sivil halkı hedef alan bu tür eylemleri doğru bulmadıklarını katliamın duyulmasından hemen bir kaç saat sonra açıklamışlardı.
Ama anlaşılan bu kadarı sosyal reformist partileri iknaya yetmemişti. TİP, sanki bu açıklamalar yokmuş gibi, “saldırgan Afrin'den geldi” iddiasının, tek başına bu katliamın dinci faşist çetelerin işi olduğunu kanıtlamaya yetmezmiş gibi, faşist devletin, MİT'in denetimindeki faşist dinci çetelerden tek sözle bahsetmeden şöyle diyordu:
“Hiçbir güç Türkiye’yi bombalarıyla dizayn edemez. Hiçbir güç halkın insanca yaşam arzusunu elinden alamaz. Bu halk şiddet siyasetine teslim olmaz, olmayız, olmayacağız.”
Kim bu “hiç bir güç” belli değil. Faşist devlet ve dinci faşist iktidarın İçişleri Bakanı S.Soylu PKK-PYD'yi işaret ediyor ve Rojava topraklarına bir saldırının zeminini hazırlamaya çalışıyor; ama bizim sosyal reformistler için bunların hiç biri söz konusu değilmiş gibi, UKH'yi de ima edecek şekilde “hiç bir güç” diye aslan kükremesi taklidi yapıyor.
Burjuva yazarların “muhalif” olanları bile bu katliamın devletin, MİT'in denetimindeki dinci faşist çetelerin işi olduğunu kabul edip söylerken bizim sosyal refromistlerimiz aslan kükremesi taklidi yapmakla meşguller.
Bu kadar örnek yeter, diğerlerini saymaya gerek yok. Al birini vur ötekine misalidir bunlar.
Birleşik devrimin gelişimi açısından önemli olan şu noktayı görmektir: Faşist devlet bütün kurumları ve kadrolarıyla çöküş içindedir. Öyle ki artık bir provokasyonu bile doğru dürüst örgütleyemiyor; yüzlerine, gözlerine bulaştırıyorlar. Katliamın sorumluluğunu PKK-PYD'ye yıkmak için HDP'yi katliama bulaştıralım derken MHP'yi bulaştırıyor; MHP'li faşistlerin dinci faşist çetelerle ilişkilerini ifşa ediyorlar.
Katliamın arkasında “Kürt Partiler”in olduğunu kanıtlamaya çalışırlarken denetimleri altında tuttukları insanların bu işin içinde olduğu ortaya çıkıyor. Evrensel'in yazarları bir dedektif(!) titizliği ile “cihatçı”ların ayak izlerini takip ederken katliamı yapan kadının Kürt değil Arap; Suriye'li değil, Somali'li ya da başka bir Afrika ülkesinden geldiği dünya aleme yayılmış oluyor. Aynı kadının faşist devletin, S.Soylu'nun iddialarının aksine Kürt kadrolarla değil, MHP'lilerle, MÜSİAD üyesi zengin adamlarla irtibatlı olduğu ortaya çıkıyor. Çelişkiler, ortaya çıkan yalanlar saymakla bitmez.
Devrimci komünistler “terör”e karşılar mı? Emekçi sınıfları yıldıracak, onlarda korku ve paniğe yol açacak; sivil halkı hedef alan her türlü teröre karşılar. Ancak, burjuva egemenliği yıkmak, üretim araçlarını ve bütün zenginlikleri burjuva sınıftan alıp emekçi sınıfların hizmetine vermek isteyen biri “her türlü terör”e karşı çıkmaz; yeri ve zamanı geldiğinde karşı devrim güçleri üzerinde devrimci terör estirilmesini kabul eder.
Faşist devlet, emekçi sınıflar üzerinde, devrimci güçler üzerinde her gün, her saat terör estiriyor. Bu yetmeyince dinci faşist çetelerini devreye sokuyor. Amaç, burjuva sınıf egemenliğini korumak.
Birleşik devrim güçleri, devletin bu şiddet politikası karşısında aslan kükremesi taklidi ya da kasabın bıçağını yalayan koyun gibi yapamazlar.
Silahsız bir halk, örgütlü de olsa önemsiz bir güçtür.