Binler, onbinler değil, sayıları yüzbinlerle, milyonlarla ölçülen işçiler Avrupa'yı sallıyor. İngiliz işçi sınıfı, uzun on yıllardan sonra ilk defa milyonlara varan işçi kitleleriyle greve çıkıyor. İşçi sınıfının kimi bölümleri, örneğin demiryolu işçileri greve başladılar bile. Posta hizmetleri işçileri yüzonbeş bin üyesiyle grev kararı aldı.
İspanya havayolu işçileri greve çıktılar ve yüzlerce uçağın seferini engellediler. Aynı süreç Almanya'da ortaya çıktı. Havayolu işçilerinin kimi bölümleri greve çıktılar. İşçiler birbirlerini örnek alıyorlar. Eyleme geçen işçileri diğer sektörlerin işçileri takip ediyor. İngiliz işçi sınıfının değişik bölükleri şimdi birleşmenin ve eylemleri koordineli hale getirmenin çağrısını yapıyorlar.
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Avrupa'da ortaya çıkan genel durumu, Çekya Adalet Bakanı Pavel Blažek şu korku dolu sözlerle özetliyor:
“Eğer Avrupa çapında bir çözüm bulunmazsa enerji krizinin Çekya siyasi sistemi için son derece önemli sonuçları olacak, durum Avrupa Birliği’ni de tehdit etmeye başlıyor ve devrime evrilme riski taşıyor.”
Örnek çok. Hitlerden sonra Alman devletinin en saldırgan politikasının en önde gelen savunucusu Annalena Baerbock Temmuz ayında halk ayaklanmalarından duyduğu korkuyu açığa vurmuştu. Emperyalistlerin cephesinde ayaklanma korkusu dağları sarmış.
Peki ya bizde? Türkiye ve Kürdistan'da durum nedir?
Kısaca söyleyelim: İşçi sınıfı, ücretli emekçiler, yoksul kitleler, ezilen halklar, kadınlar, gençler, kısaca, sömürücü sınıf dışında, toplumun bütün kesimleri alttan alta kaynıyor. Dipten gelen bir dalga her geçen gün etki ve gücünü hissettiriyor.
İşçi sınıfının irili ufaklı bölüklerinin ardı arkası kesilmeyen eylemleri bu kaynamanın en canlı, somut, elle tutulur kanıtıdır.
İşçi sınıfı kaynıyor. Her gün bir eylem, her gün birçok protesto, her gün birçok işgal ya da grevle karşılaşıyoruz. Grevin mümkün olmadığı yerlerde işçiler patronlara karşı bilek gücüne dayanan bir mücadele veriyorlar. Faşist devletin ve dinci faşist iktidarın işçilere yanıtı polis, asker baskısı ve saldırı oluyor. Ancak işçiler bu baskı ve saldırılar karşısında gerilemek bir yana mücadelelerini daha da sertleştiriyorlar.
Emekçi köylüler kaynıyor. Toprakları sermaye sınıfının çıkarları uğruna tarım için kullanılamaz hale getirilen köylüler, “Kentsel dönüşüm” adına evleri başlarına yıkılan kentin yoksulları, her gün katledilen kadınlar, geleceği karartılan gençler; kısacası herkes sert ve cesaret dolu bir mücadele yürütüyor.
Dünyada ve ülkelerimizde böyle bir devrim havası eserken, koşullar bir devrim için giderek elverişli hale gelirken “bizim” sosyal reformistler, burjuvazinin bir eklentisi olmaya dünden teşne olduklarını çeşitli vesilelerle ortaya koyuyorlar. Bütün sosyal reformist partiler, bunlarla birlikte hareket eden oportünist çevreler burjuvaziden kopmayı, devrim ve iktidar hedefini güncel mücadelenin merkezine oturtmayı akıllarından bile geçirmiyorlar.
Bu bir kulvardır. Ucu burjuvaziyle uzlaşma ve işbirliğine çıkan bir kulvar. Leninist Parti ise, bambaşka, apayrı bir kulvarda yürüyor. Ucu birleşik devrim ve iktidarın emekçi sınıflar tarafından ele geçirilmesine çıkan bir kulvar.
Leninist Parti, güncel politikasının, güncel mücadele hedefinin merkezine devrim ve iktidarın ele geçirilmesini koyarak uzlaşmaz sınıf çizgisiyle tanımlanan politik kulvarda yürüyor. Hemen herkes, yüzünü seçimler-parlamentoya çevirmişken Leninist Parti yüzünü birleşik devrimin zaferine ve bütün iktidarın ele geçirilmesine çevirmiştir.
Bu yüzden Leninist Parti'nin “Devrim Biziz, Biz Devrimiz” sloganı, şimdi çok daha anlamlı, çok daha haklı, çok daha anlaşılabilir hale gelmiştir. Çekinmeden, gereksiz bir tevazu duygusuna kapılmadan şunu söyleyebiliriz: Türkiye ve Kürdistan'da devrimi temsil eden politikalar Leninist Partinin politikalarıdır.
İşte bu devrimci ortamda, Leninistlerin en öne çıkan görevi nedir? Sözü uzatmadan söyleyelim: Leninist politikaları özellikle ve öncelikle işçi sınıfı içinde yaymak; işçi sınıfının derinliklerine kök salmak, işçilerle derin, sıkı, yakın bağlar kurmak; günün öne çıkan acil görevi burdur.
Her vesileyle, her araçla, her gün mutlaka işçi sınıfının değişik müfrezeleriyle ilişki kurmanın, bu ilişkileri geliştirmenin, sağlamlaştırmanın yolunu bulmalıyız. Günün acil görevi budur. İşçi sınıfı saflarından yetişen işçi önderlerinin, devrimci öncü işçilerin, genç işçilerin Leninist Parti bayrağı altında ya da etrafında toplanmaları, devrimin zaferi açısından son derece önemlidir. Çünkü, mücadelenin sonucunu belirleyecek olan işçi sınıfıdır; özellikle işçi gençliktir.
Şimdiye kadar bu yolda önemli bir mesafe alındığını; önemli bir yol katedildiğini biliyoruz. Doğru yoldayız. Ancak, gelişmelerin ardından sürüklenmek istemiyorsak, hızımızı artırmak; daha yüksek bir tempoda çalışmak zorundayız. Leninist Parti, Leninistlerin olağanüstü çabalarıyla işçi sınıfı hareketini pratik içinde etkileyen, ona yön veren bir güç konumuna yükseltilmelidir. Birleşik devrimin sonucunu tayin edecek güç iki ülkenin işçi sınıfıdır.
Elbette bu, Leninistlerin birleşik devrimin diğer toplumsal güçlerine karşı ilgisiz kalacakları anlamına gelmez. Hayır, Leninistler, birleşik devrimin bütün toplumsal güçleri, bütün ücretli emekçiler, yoksul köylüler, kadınlar, gençlik ve Kürt halkı içinde parti çalışmasını yapmalılar. Bu kadar geniş bir çalışmanın olağanüstü bir enerji, fedakarlık ve cesaret gerektirdiği açıktır. Ama, birleşik devrimi zafere taşıyarak iki ülke halklarının, hatta bundan da öte, dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kaderini değiştirme sorumluluğunu omuzlarına alanların başka türlü davranma imkanı, başka türlü davranma hakkı olabilir mi!
Birleşik devrimi Leninist Parti temsil ediyor. Birleşik devrimin zaferi, sermaye sınıfının egemenliğinin yıkılması ve devrimci halk iktidarının kurulmasıyla sonuçlanması Leninistlerin ortaya koyacakları olağanüstü mücadeleye bağlıdır.
Tam da bu nedenle, bir kez daha “Devrim Biziz, Biz Devrimiz”