Leninist yazında, sıçramalar biçiminde gelişme ve çöküş ibaresini sıkça kuranlar, bu ifadenin, tıpkı Marx ve Lenin’de olduğu gibi uzun tarihi dönemler ölçeğine kıyasla bir “sıçrama” olduğunu, yani kimi yer ve zamanda aylar ile, kiminde ise on yıllarla ölçüldüğünü bilirler. Sadece darkafalılar, “sıçrama” lafını her duyduklarında, etraflarında kıvılcımlar, lav tufanları ve şok dalgaları görmeye çalışırlar.
Öte yandan, Türkiye ve Kürdistan’ın şu anki durumu ele alındığında, dünyayı çepeçevre saran sıçramalar döneminin bu topraklardaki tarihi gelişmeleri, artık aylar ile ölçülebilecek düzeye getirdiğini öngörebiliriz. Evet, yıllardan değil, aylardan söz ediyoruz. Bu öngörüyü kanıtlayacak yeterince olgu birikti.
Bu olguları açıklamadan önce, emperyalist kapitalist dünyanın son durumunda elde ettiğimiz bakış açısının bir sonucunu ele alalım. Bu kez emperyalizm, Türk tekelci sermayesinin imdat çığlıklarına mali yönden karşılık veremeyecek. Oysa kim bilir kaç kez Türk sermayesi kendi gücünü aşan devrimin baskısına, emperyalizmin desteğiyle dayanabildi. Askeri, diplomatik ve siyasi destekler bir yana, mali destekler esas kurtarıcı rolü oynadı. Tüm önemli bulunan virajlarında etkisi görüldü. AB, “Gümrük Birliği Anlaşması” ile 1994-95 buhranının atlatılmasına yardımcı oldu. 1999’daki krizde uzatılan can simidi, AB aday üyeliği oldu. 2001 krizinde ise bizzat ABD denetimindeki IMF-Dünya Bankası’ndan çekilen paralar etkili oldu. Keza, 2013 Gezi ayaklanmasından sonra, seferber olan emperyalist güçler, bankaları ucuz kredi-paralarıyla doldurdular. Eğer bu kritik mali destekler olmasaydı, faşist aygıtın politik zoru hiçbir işe yaramazdı. Kredinin soysuz karakteri emekçi sınıflar arasına sızdıkça, devrimci politik arenada, oportünist kanserin yayılması sağlandı.
Fakat bu defa, işlerin böyle yürümeyeceğini bizzat Dünya Bankası raporları söylüyor: Emperyalist merkezlerde çarkların yavaşlaması, Türkiye gibi bağımlı ülkeleri borç krizine sokacak; ama borç krizi, emperyalistleri fena vuracak, öyle diyor DB. İngiltere merkezli Bloomberg kanalı “Gelişmekte olan ülke borçları, dünyanın tarihi bir temerrüt zirvesine sürüklenmesi riski getiriyor” diyor ve bu zincirin onlarca ülkeyi kapsayan halklarını, en kötüsünden başlayarak sayıyor. Bu listede Türkiye 20. sırada. Yani emperyalistler açısından durum “kelin ilacı olsa..” lafını hatırlatıyor.
Banka ve şirket karlarının adeta patlama yaptığını ya da 9 günlük tatilde kıyı kasabalarının dolup taştığını görenler, ekonomik çöküşe ve buna eşlik edecek toplumsal bir kalkışmaya yıllar değil, aylar kaldığını öne süren Leninistlere inanmakta zorlanabilirler. Ama, bize inanmıyorsanız, hiç olmazsa burjuva gazetelerin ekonomi sayfalarına bir göz atın. Orada, tam da bu konuda avaz avaz bağıran sermaye sözcülerine rastlayacaksınız.
TÜRKONFED başkanı, yılın son çeyreğinde üretimde sert bir daralma beklendiğini, reel sektörün krediye erişim kanallarının kapandığını, ticarette durma riskinin arttığını belirtiyor ve ekliyor: “Demir-çelik, çimento, plastik, tekstil, gıda ve tarımı zorlu bir sınav bekliyor.” İşlerin duracağı sektörler, bunlarla sınırlı değil. Burjuva iktisatçıların tartıştığı bir toplantıda “Sudden Stop” yani ani duruş üzerinde artık sıkça konuşulduğunu aktaran Prof.Dr. Bilge Yılmaz “Bankaların durumu, sanıldığının aksine, iyi değil” demekte. İşlerin durma noktasına geldiğini, çünkü herkesin elinde nakit para tuttuğunu, çok fazla zaman kalmadığını, hükümetin aldığı kararla, bu ani-duruşu birkaç ay önceye çektiğini belirtmekte.
Sanayide, ticarette ve bankacılıkta, “ani duruş”un bu denli çok konuşulması, eski tabirle “şüyuu vukuundan beter”dir. Böyle durumlarda sermaye, muazzam kar olanaklarına rağmen, paralarını üretime sokmaz, herkes nakitte kalmaya (döviz satın almaya) bakar, borçlar ödenmez, alacaklar tahsil edilemez. Nitekim, başladı bile, enerji şirketlerinin ne devlete borçlarını ödedikleri ne de devletten alacaklarını tahsil edebildikleri, uzun tatil öncesinin kara haberlerinden biriydi.
Gidişatı gören bir sermaye sözcüsü, tam da bu enerji meselesine değiniyor ve soruyor: Sonbaharda gazımız, elektriğimiz olacak mı? Yaşı ilerlemiş olanlarımız, önümüzdeki aylarda karşılaşacakları manzarayı, daha önce tecrübe etmişlerdi. 70’li yıllarda, günlerce sürekli elektrik kesintilerinde, gaz lambaları altında oturulur, işe yaramaz televizyon üzerinde pişpirik oynanırdı, ama hiç olmazsa sobadaki kömür odayı ısıtırdı. Şimdiki evlerde baca bile yok.
Dünyada kapitalist uygarlık çökerken, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde felaket, tek başına gelmez, üst üste binen felaketler zinciriyle gelir. Enerjideki büyük buhrana eşlik edecek felaketin adı, gıda krizi. Konya, Elbistan, GAP bölgesi gibi tahıl üretim havzalarından seslenen ziraat mühendisleri, aynı feryatta birleşiyorlar: Kıtlık kaçınılmaz. Üretimdeki düşüş bazı bölgelerde %90’ı buluyor. “Tahılı ithal eder, açığı kapatırlar” diye düşünenler yanılıyorlar. Dünya tahıl fiyatlarının belirlendiği Chicago borsasında şimdiden %50 artış öngörülüyor. Rusya ve Ukrayna tahılı piyasaya sürülemediğinden, fiyatların daha da yükseleceği tahmin ediliyor. Mahşerin dört atlısı aynı anda hücuma kalktığında, kıyametin gelişini hiçbir güç, hiçbir para engelleyemez.
Aylar içinde göreceğimiz manzara böyle: Halihazırda açlıkla boğuşanlar, 0-5 yaş arası çocuklarını şimdiden açlığın yol açtığı hastalıklar kurban verenler; yetersiz beslenme durumundan, doğrudan açlığa terfi edenler; iki yıl aralıksız ve aşırı çalıştıkları için kafayı sıyırmamak adına son kredi limitlerini tahıl için kullananlar; gazsız, elektriksiz ve ekmeksiz kalan şehirlerde nasıl büyük bir karmaşaya yol açacaklarını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ne diyordu Lenin: “[Devrimlerin] ne siparişle ne de sözleşme üzerine gerçekleştiğini biliyoruz; onlar ancak milyonlarca ve on milyonlarca insan artık eski biçimde yaşanamayacağı kararına vardığı zaman patlak verir.”
On milyonların kendilerini artık hayatta kalmanın imkansız göründüğü koşullarda bulması, yılların değil, ayların sorunu. Onlar, tam anlamıyla “can havliyle” sokakları dolduracaklar. Önceki yazılarımızda, açlığın korkunç cehennemini yaşadıkları halde, sınıflar mücadelesinin karanlık gölgelerinde sessizce bekleyen ve ancak “can havli”yle sokakları dolduracak milyonların varlığından sözetmiştik. Gelmekte olan, onların, hesapsız ve kör, şiddet dolu isyan dalgasıdır.
Buraya kadar, gerek dünyada, gerek bu topraklarda, çökmekte olan kapitalist uygarlığın olgulara nasıl yansıdığını izledik. Böylece, aylarla ölçülü bir zaman dilimi içinde gündemi işgal edecek devrim dalgasının gücünü, çapını, yaygınlığını, derinliğini ve ortaya çıkaracağı enerjiyi şimdiden görebilecek konumdayız. Henüz bilmediğimiz, bu isyanın hangi biçimlerde yaşama geçeceği ve sonuçlarının ne olacağıdır. Biçimini belirlemek, devrimci öncülerin elinde değil fakat sonuçlarını belirlemek onların elinde olacak. İsyanın biçimi sonuçlara hangi hızda, hangi yollarla ulaşılacağını da büyük ölçüde etkileyecektir.
Burjuva sınıf kendini kandırmıyor, proletarya da öyle. Kendini kandıran sadece küçük burjuva sınıf ve onun politik temsilcisidir. Onlar hala, yukarıda dile getirdiğimiz büyük devrim dalgasına ilişkin iddiayı, bir “mucize” kabilinde görürler. Oysa, kapitalist uygarlık çökerken, bir mucizeye ihtiyacı olan burjuvazidir. Olağanüstü hızla olgunlaşan ve geri sayıma devam eden devrim dalgasını durdurabilmek, bir “mucize”ye kalmıştır. Hani olur da finans merkezlerini saran enflasyon sihri bir dokunuşla düşmeye başlar; olur ya, Rusya-Ukrayna çatışması bir anda bitiverir, olur ya kuraklık ve kıtlığa “rahmetin bereketi” düşer, olur ya pandemi insanlığın yakasını bırakmaya karar verir ve Çin, aksayan tedarik zincirini dolduruverir; olur ya elektriksiz, yakıtsız, ekmeksiz kalan düzinelerce ve düzinelerce on milyon insan, vahşi hayvanlar gibi yaşamaya razı gelir, boyun eğer.
Boşuna hayal kurmayın küçük burjuva insancıklar. Hiçbiri, bu “mucizeler”in teki bile gerçekleşmeyecek.