1986'nın 18 Kasım'ında başlayan Netaş grevi, 12 Eylül faşizminin karanlığını yırtan bir kıvılcım olarak düştü sınıf mücadelesinin orta yerine. İşçiler, 12 Eylül faşizminin sıkıyönetim koşullarında örgütlenmeyi başarabilmişti. Bu, faşizmin hiç beklemediği bir gelişmeydi.
Yaklaşık üç yıl sonra 1989'da kısaca, “Bahar Eylemleri” diye adlandırılan işçi sınıfının grev ve çok değişik biçimlerdeki eylemleri patlak verdi. Netaş grevi bir ilk kıvılcımdı. “Bahar Eylemleri” bu kıvılcımın devamı olarak bir meydan okumaya dönüştü. Sadece 7 Mart 1989'dan aynı yılın 18 Mayıs'ına kadarki kısa zaman diliminde yaklaşık 224 grev gerçekleşmişti.
İşçi sınıfı cephesinde bu gelişmeler olurken öte yandan, fazla hissettirmeden, ama geleceği sarsacak gelişme yavaş yavaş kendine yol açıyordu. Bu, Kürdistan'da faşist devletin katlettiği gerillaların ailelerine yapılan “taziye ziyaretleri”ydi. Kürt halkı, yavaş yavaş ve sessiz biçimde devlete meydan okumaya başlıyordu. Bunun bir meydan okuma olduğundan hiç bir şüphe yok. 1990-1992 arası sürecek ve tekelci sermaye sınıfı ile onun politik kurumlarının yüreklerini ağızlarına getirecek serhıldanların ilk filizleri işte bu “taziye ziyaretleri”nde atılıyordu.
Tekelci sermaye sınıfı ve faşist devlet, sürecin nereye evrildiğini kavramakta gecikmedi. Sınıf savaşı bir üst aşamasına, iç savaşa doğru yol alıyordu. Zamanın hükümetinin başı Özal, bir yandan kitlelere “demokratikleşme, devleti küçültme” mesajları verirken, diğer yandan el altından 80'li yılların MHP'li katillerini topluyor; iç savaş hazırlıkları yapıyordu. Yeni bir devrim dalgasının uğultusunu tekelci sermaye sınıfı ve faşist devlet duymaya başlamıştı. Sosyal reformist ve onların izinden giden oportünist hareketlere gelince, onlar kulaklarına gelen uğultuya “kedidir kedi” diyor, kulak üstü yatmaya devam ediyorlardı.
1990, 12 Eylül faşizminin bastırdığı devrim dalgasının tekrar yüzeye çıkmaya başladığı yıl oldu. Faşist terörle bastırılan ama koşulları ortadan kaldırılamayan devrimci dalga kendini tüm yönleriyle kendini gösteriyordu. Kürdistan serhıldan alanlarına dönmüştü. ABD emperyalizminin “Körfez Savaşı”nın yarattığı koşullar Kürdistan devrimine olağanüstü bir ivme katmıştı. Kürt halkı içinde Kürdistan'ın ilan edileceği umudu yaygınlaşmıştı, UKH ilk defa “Geçici Devrim Hükümeti” konusunu gündemine alıyordu.
1 Mayıs'lar, devrimci güçlerin faşist devlete ve sermaye sınıfı düzenine meydan okuma, her tarafı savaş alanına çevirme günleri olmuştu. Kürdistan'da gerilla mücadelesinin yanı sıra devrimci kitle eylemleri, serhıldanlar birbiri peşi sıra patlak verirken Türkiye'de de devrimci kitle eylemlerine devrimci silahlı mücadele eşlik ediyordu.
Tekelci sermaye sınıfının buna yanıtı faşist Ağar'ın “bin operasyon yaptık” dediği katliamlar politikası oldu. Açık infazlar, gözaltında ölümler ve kayıplar, “beyaz toroslar” adı verilen kaçırıp katletmeler egemen sınıfın döneme ilişkin ana politikası oldu.
Şüphesiz bu, devrimci durumdu. Ekonomik krize politik kriz eşlik ediyor; kitlelerin eylemlerinde ve devlete saldırılarında olağanüstü bir artış yaşanıyordu. Tekelci sermaye sınıfı egemenliğini, düzenini ancak katliamlarla, ağır faşist baskı ve terörle ayakta tutabiliyordu. “Bin operasyon”, dönemiydi; dönemin başbakanı Çiller, devletin politikasını “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözüyle özetliyordu. Kurşun atmak-kurşun yemek: tekelci kapitalist düzeni, sermaye sınıfı egemenliğini ayakta tutmanın yegane yolu olmuştu.
Faşist devlet, kabaran devrim dalgasını bastırabilmek için, kuşkusuz, emperyalistlerin bilgisi ve onayı dahilinde, yeni bir katliamlar dönemi başlattı. Kürdistan'da köylerin bombalanması, yakılması, boşaltılması, insanların topluca kaçırılıp katledilmeleri; Türkiye'de Sivas, Gazi-Ümraniye katliamları, ev baskınlarında açık infazlar, zindan katliamları, silahlı çatışmalar iç savaşın boyutlarını gösteriyordu.
Devrimin yeni dalgası zindan savaşları ve tutsakları destekleyen emekçilerin eylemleriyle zirveye ulaştı. Başlangıcını 1990 yılı olarak ele alabileceğimiz bu devrimci süreçte Leninist Parti, sınıf savaşının iç savaş aşamasına geçtiğini; iç savaşta proletaryanın ve müttefiklerinin iktidarın ele geçirilmesi hedefi için savaşmaları gerektiğini, bu hedefin en somut halinin Geçici Devrim Hükümeti olduğunu ortaya koydu.
Faşist devlet ve tekelci sermaye sınıfı bu devrimci dalgayı baskı, terör ve katliamlarla bastıramadı. 2001 Ankara Esnaf ayaklanması, devrim dalgasının zirvesi oldu. Tekelci sermaye sınıfı, emperyalistlerin doğrudan yönlendirmesiyle, alelacele, Ecevit-Bahçeli hükümetini düşürdü. Kitlelere umut verecek yeni bir iktidara ihtiyaç vardı. Dinci faşist iktidarın yolu böyle açıldı. Dinci faşist iktidar, bir yandan asla tutmayacağı vaatlerde bulunurken diğer yandan emperyalistlerin açık desteği sayesinde bol kredi dağıtarak kitlelerin öfkesini yatıştırmaya çalıştı.
Kürt halkı, uzlaşmacı siyasetin de etkisiyle, dinci faşist iktidarın gerçek, katliamcı, ırkçı, şovenist yüzünü göremedi; umuda kapıldı. 90'lı yıllar boyunca faşizmin ağır baskı, terör ve katliamlarıyla yorulmuş kitlelere, sosyal reformist partilerin ve liberallerin katkısıyla dinci faşist iktidarın vaatlerine kandılar; bekleyişe geçtiler.
Tekrar ayağa kalkmaları için yanılsamalarından kurtulmaları gerekiyordu. Yanılsamalardan kurtulmaya başladıkları an devrimin yeni bir dalgasının başlaması kaçınılmazdı.
2013 Haziran Halk Ayaklanması'na böyle geldik.