Uzlaşmacı anlayışın, yaygın ifadeyle söylersek, zihniyetin temel amacı, bütün muradı, düzen güçleriyle uzlaşmaktır. Günlük dilde buna “barış” diyorlar. Uzlaşmaz sınıf karşıtlığına bölünmüş kapitalist toplumda “toplumsal barış” peşindeler. Gerekçeleri de, sokaktaki insanın ilk bakışta rededemeyeceği türden: “Kan akmasın, akan kan dursun” ya da “analar ağlamasın” gibi...
Kim tersini açıkça söyleyebilir ki? Kim “hayır kan akmaya devam etsin, analar da ağlasın” deme cesaretini gösterebilir ki? Doğrusu, emekçi sınıfları, ezilen halkları, Kürt halkını, kendilerini ezen, sömüren, her gün katleden sınıfla, bu sınıfın politik ve askeri güçleriyle uzlaştırmaya, “barıştırmaya”; böylece toplumda “toplumsal barışı” sağlamaya çalışan uzlaşmacılar, kendilerine iyi bir zırh uydurduklarını düşünüyor olmalılar.
Gelin görün ki, bu delinmez sanılan zırh, uzlaşmacıların bizzat “barış”mak istedikleri güçler tarafından her gün ve yüzlerce defa deliniyor. Kürt halkının çocukları dahil, erkek-kadın, genç-yaşlı demeden katlediliyor, kadınların taciz edilmesi, devletin yönlendirdiği bir politika haline getiriliyor; işçiler en ufak bir hak arayışında karşılarında polisi-jandarmayı buluyor...
Aynı uzlaşmacıların barış çubuğu uzattıkları gerici, şoven, ırkçı, faşist burjuva siyasetçiler, kendilerine uzatılan barış çubuğunu, ellerinin tersiyle itmekle kalmıyor; küçük düşürücü ifadeler kullanıyor, hakir, üstten bakan “beyaz insan” gibi davranmaktan geri kalmıyorlar. Her barış-uzlaşma çağrısı yaptıklarında ya da bunu ima ettiklerinde muhatap almak istedikleri ırkçı, şoven, faşist muhataplar tarafından terslenmeleri uzlaşmacıların, uzlaşma siyasetinin sefaletini gözler önüne seriyor.
Bunun son örneğini, gençliğinden beri MHP'li bir faşist olmakla övünen İYİP Genel Başkanı Meral Akşener verdi. Gençliğinde “faşige” olarak da anılan bu ırkçı faşist, HDP'nin kapatılması girişimlerine karşı nasıl tavır alacağına ilişkin kendisine sorulan bir soruya şöyle yanıt veriyor:
“Benim şu anda Türkiye'de problemli gördüğüm alan şu, hiç kimsenin PKK ile ilgili olarak, PKK ile iltisaklı herhangi kişi, kurum ya da organizasyonla alakalı olarak bu ülkede hiç kimsenin toz zerresi kadar, iltisaklılar haricinde, Türk'ünün de Kürt'ünün de kafasında tereddüt olmadığına inanıyorum, birincisi bu. İkincisi, burada yanlış olan şu, sizin bu soruyu bana soruyor olmanıza sebep olan yanlış şu, siz Meral Akşener'den, PKK'ya yandaş, terör iltisaklıları ile yan yana gidiş beklerseniz, zaten ben bu işi bırakıp gideyim.”
Bu ırkçı, faşist kadın, gençliğinden beri aynı çizgide yürüyor olmakla övünüyor. Övünmekte haklıdır, zira kendi içinde tutarlıdır. Haliyle ona sözümüz olmaz; olamaz. O, sınıf kininde, ırkçı, şoven, faşist çizgisinde en ufak bir yumuşama göstermeyeceğini, tavizkar olmayacağını Selahattin Demirtaş'ın,
“Mesela ben dışarıda olsaydım bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve 'Kahvaltıya geldik' derdim” ” sözleri vesilesiyle de gösterme fırsatı bulmuştu. Kısaca şöyle:
“Haberin tamamını okumadım. Ama şunu söylemek isterim. Güneydoğu’da şöyle bir gelenek var, kan davalınız bile olsa kapınızı çaldığı zaman içeri alırsınız. Evin en yaşlısı tarafından karşılanır. Sonra kapıdan çıkıp gittikten sonra davanız devam eder. Güneydoğu’nun böyle bir özelliği var.”
İşte böyle. Düşmanını karşılar, kahvaltısını yaptırır kapıdan çıkıp gittikten sonra da “dava” kaldığı yerden devam eder. Sınıf savaşında, ezilen bir ulusun kurtuluş mücadelesinde duygulara yer yok. Uzlaşmacılar bunu bu faşistten bir kez daha öğrenmiş olsunlar; öğrenmeyi becerebilirlerse tabii.
Devam etmeden, her türlü yanlış anlamanın önüne geçmek için bir noktanın altını çizmekte yarar var: Sorunumuz kişiler değil; bizim kişilerle işimiz olmaz. Sorunumuz, uzlaşma siyasetiyledir. Bu siyasetin teşhir edilmesi gerekiyor zira bu siyaset özellikle de devrimci dönemlerde, birleşik devrimin toplumsal güçlerinin devrimci bir atılım içinde olduğu koşullarda devrim güçlerinin ayağına dolanan bir prangadan farksızdır. Kırılıp atılması şarttır.
Devam edebiliriz.
Uzlaşmaz sınıf karşıtlığına dayanan kapitalist toplumda, uzlaşmazlığın iki kutbunda olan sınıfları uzlaştırmayı bu güne kadar kimse başarmamıştır, bundan sonra da başaramaz. Sınıf savaşı tarihin itici gücüdür. Tarih, sınıf savaşımları tarihidir. Dış savaşlardan farklı olarak bu savaş, savaşan taraflardan birinin yenilgisiyle sonuçlanmak zorunda. Dahası, yenilen taraf işçi sınıfı, ezilen kitleler, sömürülenler ise savaş bitmez ancak kısa bir mola verilmiş olur. Savaşın bitiş süreci ancak ezen, sömüren, baskı altına alan sınıfın, burjuvazinin kesin yenilgisiyle başlar.
Şu bir gerçek ki, burjuva sınıfın politik temsilcileri gerçeğin bilincindeler ve uzlaşmacılarla kıyaslandıklarında, burjuva sınıfın çıkarlarını korumada çok daha tutarlılar. Sınıf kinini, sınıf düşmanlığını bir an olsun elden bırakmıyorlar. Kitleleri aldatmak için kendilerini farklı görünmek zorunda hissettiklerinde bile bu böyledir. Demirtaş anlatıyor, biz aktarıyoruz:
“Yıllar önce, Ankara’da, bir akşam Tayyip Bey’in evine neredeyse bu şekilde gidecektim. (Rahmetli Dengir Bey -Dengir Mir Fırat, dinci faşist partinin kurucularından. bn.- de bunu önermişti.) Ancak Sayın Erdoğan bizim açımızdan hep öngörülemeyen bir lider oldu. Bizimle insani, siyasi ilişki geliştirmede ketumdu. Çözüm sürecinde bile böyleydi. Normalde başkalarına karşı böyle olmadığı biliniyordu ama bize karşı hep ketumdu. Oysa ben şuna inanıyorum; önce birbirimizin insan yönüne odaklanalım ki, siyasi sorunlarımıza dair çözüm noktasında daha iyi anlaşabilelim. Hepimiz bu acılı coğrafyanın bahtsız çocuklarıyız, nasıl olur da birbirimize düşman gibi bakarız? Ben bunu kabul etmiyorum.”
Demirtaş'ın bunu kabul etmemesi bir şey ifade etmez. Yinelemekten zarar gelmez: Bu bir savaştır; hem de dış savaşlardan çok daha çetin, çok daha sert bir savaştır. Sein nehrini kıpkırmızı akacak kadar işçilerin kanını akıtan Fransız burjuvazisi ile Fransız işçi sınıfı farklı coğrafyaların çocukları değillerdi. Ya da bir milyondan fazla komünisti katleden Endonezya askerleri ve çeteleriyle işçileri farklı coğrafyalardan gelmiyorlardı. Sivas'ta, Maraş'ta Roboski'de, zindanlarda ve daha saymakla bitmez yerde katledilenler ile katledenler çok uzak coğrafyalardan gelmiyorlardı. Hepsi de, “bu acılı coğrafyanın bahtsız çocukları”ydı.
Uzlaşmacılığın barış, toplumsal barış, “analar ağlamasın, kan dökülmesin” çağrıları tutarsızdır, korkakçadır, iki yüzlüdür. Çünkü en azından tutarlılık için, savaşan taraflardan birine “silah bırak” çağrısı yapan öbür tarafa da aynı çağrıyı yapmalıdır. Savaşan taraflardan birine “savaşa son verin” diyen biri, öbür tarafa da “sen de işgal ve ilhak ettiğin topraklardan çekil ve ulusun tam hak eşitliğini tanı” demelidir. İşçilere, “patronlara karşı savaşmayı bırakın, daha fazla kan dökülmesin” çağrısı yapan, patronlara da “siz de tüm çaldıklarınızı geri verin ve bundan böyle artı-değere el koymayın” demesini bilmelidir. (Bu son örneğin ne derece komik kaçtığının farkındayız ama “toplumsal barış”çılar işte bu kadar komik olabiliyorlarsa elden ne gelir).
Bu kadarı yeter! Belki günün birinde uzlaşmacılar burjuvazinin politik temsilcileri tarafından tekmelenmekten bıkarlar ve onlar da “bu kadar yeter” derler. Bizim ki de bir umut işte!