Türkiye içinde bulunduğumuz an itibariyle bir dış savaşın içinde denebilir mi? Eğer resmi açıklamaların da ötesinde, devletlerarası topyekün savaşların kapsam ve biçimlerine bakarsak, bu soruya “henüz değil” yanıtı verilebilir.

Türkiye, resmi olarak Suriye dahil, hiç bir ülkeye savaş ilan etmiş değil. Ama gayri resmi olarak bakıldığında, başta Suriye olmak üzere, Irak, G.Kürdistan, Libya ve hatta kimi Balkan ülkelerinde bir savaş ortamında olduğu kesin. NATO üzerinden Afganistan gibi ülkelerdeki savaş hali de işin cabası.

Suriye biliniyor. Türkiye, Afrin’den Cerablus’a kadar uzanan bölgeyi fiilen işgal ettiği gibi, Suriye’deki dinci faşist katil sürüleri üzerinden askeri varlığını her geçen gün artırıyor. Gün geçmiyor ki, bu katil sürülerinin bölgesine bir askeri takviye konvoyu göndermesin.

Türkiye, Suriye’deki askeri varlığını, çeşitli bahanelerle artırmakla kalmadığı gibi, Rusya-Suriye ikilisinin dinci faşist çetelere yönelik askeri operasyonlarını engellemek için elinden geleni de yapıyor. Dinci faşist çeteler, Türk ordusunun bulunduğu gözlem noktalarını arkalarına alarak etkili saldırılar düzenleyebiliyor ve Suriye ordusuna kayıplar verdirebiliyorlar.

Dinci faşist katil sürülerinin arkasında Türkiye’nin olduğu artık bir sır değil. Bu gerçeği, elbette Rusya ve Suriye de biliyor. Rusya, çok çeşitli nedenlerle Türkiye’ye henüz “kral çıplak” diyemiyorsa da, Suriye, bu gerçeği top ve havan atışlarıyla Türkiye’ye bildiriyor: Olup-biten her şeyden haberimiz var.

Geçtiğimiz haftalarda Suriye ordusu defalarca Türk mevzilerini bombaladı. Türk ordusu, bunlara karşılık verdiğini iddia etti ama, Suriye ordusunun saldırıları aralıklarla devam etti.

Türkiye ve Suriye şimdiye kadar açık ve topyekün bir savaşa tutuşmadıysalar, bunda temel önleyici faktör, şu sıralar böyle bir savaştan kaçınmaya çalışan Rusya oldu.

Ama nereye kadar?

Şimdilik, Suriye-Türkiye arasında bir savaştan kaçındığı için Türkiye’nin faşist çeteleri açıktan destekleyen faaliyetlerine göz kapayan Rusya’nın sabrının taşmakta olduğunun işaretleri de belirmeye başladı.

Rusya ile Türkiye arasında İdlib’te “ateşkes” için yapılan görüşmeler çöktüğünden beri Suriye ordusunun Türk mevzilerine yönelik bombardımanları yoğunlaştı. Bunun, Rusya’nın onayıyla yapıldığından kuşku yok.

İki devlet arasında topyekün bir savaş, bu durumun bir tık ötesinde.

Türkiye dört bir yanda saldırgan, işgalci bir politika izliyor. Xakurke’tan başlayarak, G.Kürdistan’ın çoğu bölgelerini işgal girişimi sürüyor. G.Kürdistan yönetiminin izlediği işbirlikçi politika Türkiye’nin işini kolaylaştırsa da, G.Kürdistan emekçi sınıflarının ve gerillanın direnişi, Türkiye’yi, içinden çıkamayacağı bir savaş bataklığına çekecektir.

Bu bir temenni ya da temelsiz bir iddia değil; görünen köydür. Her ulusal baskı, ulusal direnişe yol açar. Her yabancı toprak işgali, o işgale karşı savaşı davet eder. G.Kürdistan topraklarında durum farklı türde gelişmeyecek. Güney ve Kuzey Kürdistan halkları işgal, ilhak ve ulusal baskıya karşı ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını yükseltecek ve bu, faşist devleti paçalarından yakalayarak bir savaş bataklığına çekecektir.

Libya, Türkiye’nin hızlı adımlarla saplanmaya başladığı bir başka savaş bataklığıdır. Türkiye’nin Libya’daki iç savaşta “Müslüman Kardeşler” denen çeteler üzerinden taraf olduğu ve silah, para, militan temini gibi işleri üstlendiği biliniyor. Bu çetelere gönderilirken Mısır ve Yunanistan tarafından yakalanan silah dolusu gemilerin haddi hesabı yok. Türkiye, bu işleri artık gizli-saklı yapma ihtiyacı da duymuyor. RTE, silah sevkıyatı yaptıklarını ve yapmaya devam edeceklerini açıkça ilan etti.

Buna karşılık, savaşın diğer tarafı olan gericiliğin temsilcisi olan General Haftar adındaki zat, geçtiğimiz haftalarda, Türkiye’yi “askerileri, uçakları ve savaş gemileri” ile savaşa doğrudan katılmakla suçlayarak “düşman” ilan etmişti. Haftar, emrindeki güçlere, Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarına “saldırı” emri vermişti. Bu tehdidin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ya da ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğinin şimdilik bir önemi yok.

Önemli olan Türkiye’nin Akdeniz’de, Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve hatta Yunanistan’ın taraf olacağı bir savaşın eşiğinde gezinmesidir.

Bu tabloya, bir tarafında Türkiye, öbür tarafında Yunanistan, Mısır, İsrail, Kıbrıs’ın yer aldığı Akdeniz’deki doğalgaz yatakları üzerinde hak iddia etmekten ileri gelen gerginliği de eklemek gerek.

Ortaya çıkan resim çok açık: Türkiye, dört bir tarafta ya topyekün bir savaşın bir tık gerisinde ya da savaşa her an davetiye çıkarabilecek bir gerginliğin içinde.

Saldırganlık, ilhak ve işgal hevesleri, müdahale, hak iddia etme faşist devletin dış politikasının temel çizgileridir. Türkiye’nin kabuklarına geri çekilmesi halinde bile, bir şey olmamış gibi, bu politikanın kaçınılmaz sonuçlarını doğurmayacağını düşünmek yanlıştır. Olgunlaşan çıban er-geç iltihabını akıtacaktır.

Faşist devletin ve tekelci sermaye sınıfının bu saldırgan politikasını bir kişinin ya da onun etrafındaki bir takım kimselerin heves ve hırslarına bağlamak dar görüşlülüktür. Bu politikalar, faşist devletin ve tekelci sermaye egemenliğinin varlık koşullarının kaçınılmaz sonucudur.

Tekelci sermaye ve faşist devlet, emekçi sınıfların ve Kürt halkının düzeni tehdit eden savaşları karşısında, düzeni ayakta tutmak için bu politikalara sarılıyorlar. Ama sarıldıkları bu saldırgan politikalar, düzenin yıkım sürecini hızlandırmaktan başka bir sonuca yol açmayacak.

Çünkü savaş ya da onun bir adım gerisi olan savaş ortamı devrimci durumu, ekonomik ve politik krizi ortadan kaldırmaz aksine derinleştirir.

Bu koşullarda, devrimciler, emekçi sınıfların ve Kürt halkının önüne “demokratik anayasa” istemi gibi egemen sınıfı rahatlatacak hedefler değil, birleşik devrimin zaferi hedefini koymalılar.

Leninistlerin yaptığı budur.