SUDAN DEVRİMİ VE ZİNDANLAR

Afrika’da fırtına dinmiyor! Dineceğe de benzemiyor. Tunus, Cezayir derken bozkır, dışardan seyredenlerin hiç ummadıkları yerde, Sudan’da tutuştu bu sefer. Yarın nerede tutuşacak bilmiyoruz, bilmek de mümkün değil.

Ancak şunu biliyoruz: Devrimci durum dünya çapında olgunlaşmıştır. Yeryüzü, devrim ateşiyle tutuşmaya hazır bir bozkıra dönüşmüştür. Dünyanın hiç bir yerinde burjuva egemenlikleri artık güvende değil. İşçi sınıfı, emekçiler, yoksullar, yaşamdan kovulanlar her an dünyanın herhangi bir yerinde burjuva egemenliğe karşı saldırıya geçebilirler. Sudan’da başlayan ve henüz sonucuna ulaşamayan devrimin birinci büyük dersi budur.

Bu sarsıcı gelişmelerin aynı zaman diliminde, ateş üzerindeki mısır tanecikleri gibi, arka arkaya patlak vermeleri bir rastlantı değil. Bir ortak temel, farklı coğrafyalardaki kitleleri aynı zaman aralığında harekete geçiren bir maddi temel var. O maddi temel şudur:

Dünya çapındaki kapitalist gelişme öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, “sermaye tekeli kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının” yani, kapitalizmin “ayak bağı”dır artık. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, bunların, kendilerini bir koza gibi saran, kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları noktaya ulaşmış ve şimdi, bir civcivin yumurtanın kabuğunu kırması gibi, o kabukları parçalamaya başlamışlar. Kapitalist kabuk dünya çapında parçalanıyor. Düne kadar mülksüzleştirilerek açlık ve yoksulluğa mahkum edilenleri dünyanın dört bir tarafında harekete geçiren şey işte bu maddi temeldir. Harekete geçiren maddi temel, yerel değil, dünya çapındadır; sonuçları da dünya çapında oluyor. Mülksüzleştirilenler mülksüzleştirmek üzere ayağa kalkıyorlar. Olan bitenin, sonu sonuna, anlamı budur.

Her devrim, ister zafere ulaşsın, yani politik iktidarın işçi sınıfı ve emekçilerin eline geçmesiyle sonuçlansın, ister yarıda kalsın ya da Mısır ve Tunus’ta örneklerini gördüğümüz gibi, burjuvazi devrimi emekçi sınıfların avuçları arasından çekip alsın, çalsın, yine de derslerle doludur.

Sudan devrimi, öğrenmek isteyenlere, ikinci büyük dersini verdi bile. Her büyük devrimin, başlangıcının ilk, şaşmaz pratik belirtisi, özgürlük ve kesin kurtuluş için ayağa kalkmış halkların zindanlara saldırması ve tutsakları özgürleştirmesidir. Bu öyle ki, 1789 Fransız burjuva devriminden bu yana, 230 yıllık devrimler tarihinde neredeyse bir yasa düzeyine yükselen pratik girişimdir.

Bu, neden böyle? Çünkü, ezilenlere, yoksullara, kölelik altında tutulanlara egemen sınıf adına politik zor uygulayan devlet denen aygıtın en temel kurumlarından birisi zindanlardır. Egemen sınıf, zindana kapattığı tutsakları, özgürlük ve kesin kurtuluş isteyen ezilen halklara, yoksul sınıflara karşı daima bir rehine olarak tutmuş ve öyle kullanmaya çalışmıştır.

Türkiye’de bu gerçek, dönem dönem, en çıplak haliyle ortaya çıkıyor. Gerici faşist iktidarların hemen hepsi, kitlelerin devrimci hareketi karşısından zor duruma düştükleri her seferinde idam cezasını gündeme getirmiş ve uygulamışlardır. 12 Mart, 12 Eylül faşist diktatörlüklerinin devrimcileri idam etmeleri, şimdi de dinci faşist iktidarın başının ve onun yaverinin her fırsatta idam konusunu gündeme getirmeleri tutsakları rehine görme politikasının bir başka pratik örneğidir.

Sudan halkı, geçen senenin 19 Aralık’ında başlattığı devrimci kitle eylemlerini kısa zamanda ayaklanma boyutuna ulaştırırken ilk iş olarak, zindanlara saldırmış, çoğu yerde kendi elleriyle tutsakları özgürleştirmiş, kimi yerlerde ise, yerel yönetimleri tutsakları özgür bırakmak zorunda bırakmıştır. Hareketin doruğa çıktığı anda ise, çatırdamaya başlayan faşist devletin kendisi tüm tutsakları özgür bıraktığını ilan etmek zorunda kalmıştır. Basından öğreniyoruz ki, aralarında Sudan Komünist Partisinin onaltı Merkez Komite üyesinin de bulunduğu tüm politik tutsaklar özgürlüklerine kavuşmuşlar.

Bu, Sudan halkından ve devriminden öğrenilmesi gereken derslerin başında geliyor.

Sudan devrimi, devrimci bir hükümet ve halk iktidarının kurulacağı bir zafer noktasına ulaşır mı, bilemiyoruz. Bunu, oradaki güç dengeleri/ilişkileri ve devrimin devrimci politik güçlerinin izleyeceği politikalar belirleyecek. Ama devrim, halkın elinden bir daha geri alınamayacak ilk meyvesini verdi bile: Devrimci tutsaklar artık özgür.

Türkiye ve Kürdistan’da zindanlar tarihinin son elli yılı, devrimci tutsakların faşizme karşı kahramanca mücadelelerinin tarihidir aynı zamanda. Fiili direnişler, açlık grevleri, ölüm oruçları, kendini feda eylemleri bu tarihin hiç bir aşamasında eksik olmadı. 2000 yılının 19 Aralık zindan savaşlarının bu tarihte özel bir yeri var şüphesiz. Zindanlar her zaman devrim mücadelesinin önemli bir parçası oldu. Ecevit’in, bu eli kanlı burjuva politikacısının “cezaevlerine hakim olmadan, sokaklara hakim olamayız” sözü faşizme ve tekelci sermaye egemenliğine karşı mücadelede zindanların nasıl önemli bir yer tuttuğunu anlatmaya yeter.

Bu gün yine iki ülkenin zindanlarında binlerce tutsak dinci faşist iktidarın tecrit politikasına karşı açlık grevleri ve farklı biçimlerle mücadele ediyor.

Ancak bütün bu büyük kahramanlıklara karşın, zaman zaman tutsakların yaşam koşullarında iyileştirmeler sağlansa da, elde edilen hiç bir hak ya da kazanım kalıcı olmamıştır; tutsaklar, en azından büyük bir devrimci atılım, ayaklanma ya da devrim girişimi sonucu özgürleştirilmeden, olamaz da.

Sudan örneği, bir reform olarak, hak ve özgürlüklerin bir devrimin yan ürünü olarak ele alınmaları gerektiğini ya da bu biçimde ortaya çıktıklarında az-çok kalıcı olabileceklerinin parlak ve yeni bir örneği olmuştur.

Tam da bu nedenle, zindanlar mücadelesi, dar, kısmi, faşist devlet tarafından her an geri alınabilir taleplerle sınırlandırılmadan zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesi hedefiyle yürütülmelidir. Onun için bir kez daha;

Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük!