Bir toplum her gün bin bir çeşit “sarsıcı olay” ile uyarıldığında, belirli aralıklarla ama sürekli olarak, irili ufaklı patlamalarla karşılık verir. Küresel kapitalist uygarlığın hemen her parçasında yaşanıyor bu genel durum. Yoğunlukları ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişiyor. Bir yandan kültürel tarihsel birikmişlik, bir yandan uluslararası güçlerin konumlanışının getirdiği ek itkiler, etkiliyor elbette olayların seyrini.
Bu topraklarda kopkoyu bir baskı rejimi altında bunalmış durumda tüm toplum. Rejim, iliklerine kadar çürümüş. Bir soygun ve suç şebekesinin “özel çıkarları” ile sermaye sınıfının “genel çıkarları” üst üste binmiş, çakışmış. Amansız bir baskıdan, ölümüne bir kapışmadan başka yol bulamıyor sermaye düzeni. Üstelik tüm çevresi, emperyalist saldırganlığın en yoğun örneklerinin yaşandığı ülkelerle dolu. Küresel kördüğümün tam göbeğinde.
Böyle bir ülkede toplumun emekçi kesimleri çeşitli sebeplerle sürekli bir hareket yaratmaz da ne olur! İşçiler, gençler, kadınlar, Kürt halkı, ulusal topluluk halkları, Aleviler, küçük üreticiler, esnaflar... kimi zaman çok sert patlamalar şeklinde, kimi zaman alabildiğine naif, esnek bir eylem biçiminde, sürekli bir hareketlilik, sürekli bir mücadele içinde!
Bunlar çıplak gözle görülen olgular artık. Yeniden ve yeniden emekçi yığınlara bunları anlatmanın, “anlık, somut harekete geçirmek için ajitasyon” haricinde faaliyetimizin temelinde pek de yeri yok. Yani bu “teşhir faaliyeti” üzerinden “bilinç taşıma” faslı, bizzat yaşamın kendisi tarafından çoktan aşılmış durumda. Dediğimiz gibi, somut, anlık bir çıkış için yapılan ajitasyon faaliyetini bir kenara bırakıyoruz.
Gözlerimizin önünde süreklilik kazanmış bu olgular yığını bize neyi anlatıyor?
Aç insanlara sürekli aç olduklarını anlatmak, işsizlere habire işsiz oldukları gerçeğini yinelemek, öğrenciye akademik-demokratik sorunlarını anlatıp durmak, kadınların, esnafın, küçük üreticinin... bilumum ezilen kesimlerin sorunlarını yineleyip durmak ve tüm bunlardan “hak ve özgürlükler mücadelesi” için materyaller oluşturmak... işte sosyalist harekette bir ana damarın on yıllardır yineleyip durdukları çalışma, budur. Bunun ötesindeki her tür devrimci çıkışı “hayalcilik”, “politikasızlık” olarak addeden, ve işin aslı, kendini, emekçilerin kendiliğinden mücadelesinde her gün yinelenenle sınırlayan bir sosyal reformist anlayış!
Bugün emekçi yığınları kuşatan tüm sorunlar yumağının çözümü nedir?
Baskı altında bunalan yığınların özgürlük arayışlarını, demokrasi ihtiyaçlarını; işsizlik melanetiyle yaşamdan kovulan yığınların iş ve ekmek açlıklarını; kadınların her tür baskılanmışlık ve ezilmişlik karşısındaki özgür ve eşit cins olma arzusunu; Kürt ulusunun, tek sözle ifade edelim, kendi geleceğini özgürce belirleme hakkını; gençlerin geleceksizlik korkusunu... tüm bunların çok daha fazlasını tümden veya tek tek, çözecek/giderecek olan nedir? Her bir tekil sorun etrafında yürütülecek “hak ve özgürlükler mücadelesi” mi? Eğer öyleyse, bu mücadeleyi zaten tüm bu kesimler on yıllardır kendileri, kendi başlarına yürütüyor.
Hiç kuşku yok ki, bütün emekçi kesimler, günlük yaşamlarını sürdürebilmek için, varlığını koruyabilmek için, bu türden mücadeleyi kesintisiz olarak sürdürmek zorundadır ve sürdürecektir. Ve bu mücadelelerin kendisi, emekçi yığınlar için eğitsel bir işlev de görecektir. Ama hepsi budur!
Verili toplumsal ilişki ağı içinde bu mücadeleler sonucu elde edilecek kazanımlar, güçler dengesine bağlı olarak, geçici özellik taşırlar. Kimi zaman daha ileri gider işçi ve emekçiler, kimi zaman daha gerilere düşer. Elde edilen her kazanım, mücadele ile kazanılır, mücadele ile korunmaya çalışılır. Koşullar sermaye lehine değiştiği her dönem, bu kazanımlar büyük bir baskıyla karşılaşır, tehdit altına girer. Üstelik burada sadece ekonomik kazanımlar söz konusu değildir. Hatta siyasal kazanımlar için çok daha fazla geçerlidir bu durum. “Avrupa’nın sosyal demokrat ülkeleri”nin seyrine bakmak, genel olarak “demokratik Avrupa”nın siyasal süreçlerine bakmak, yeter de artar bile.
Sürekli değişip duran yasalara bakın. Mesela Kürdistan’daki OHAL’in kaldırılmasını hatırlayın. DGM’lerin kapatılmasını, CMUK değişikliklerini, iş kanunlarındaki değişimleri... Örnekler saymakla bitmez. “Hak ve özgürlükler” kapsamında zamanında ileri sürülen pek çok slogan, bu türden değişiklikler sonucu boşa düşmüştür. Neden? Çünkü iktidarı elde tuttuğu sürece sermaye sınıfının kitleleri aldatmada kullanamayacağı tek bir “demokratik” talep yoktur.
Özcesi her tür “kazanılmış hak ve özgürlük”, kapitalist temelde kalındığı müddetçe, geçicidir, sürekli tehdit altındadır. Hele “özgürlük”, “demokrasi” gibi emekçi yığınların doğrudan siyasal-toplumsal etkinliğini önkoşul olarak gören hedeflere, kapitalist sınırlar içinde ulaşmanın imkanı yoktur. Her ikisi de her şeyden önce halk yığınları üzerinde baskı ve zor uygulayacak hiçbir kurumsal yapının olmadığı, doğrudan silahlanmış halka dayanan bir enerjik devrimci hükümeti gerektirir. Tek sözle, elde edilen ve edilecek her kazanımın her “zaferin” kalıcılığı iktidarın emekçi halk tarafından ele geçirilmesini zorunlu kılar.
Sorunun ana halkası tam da burası. Devrim, başka zamanların sorunu değil, bugünün sorunudur. İktidarın ele geçirilmesi de, devrimin temel sorunudur. Birikmiş sorunlarımızın çözümü, tartışmasız bir şekilde iktidarın ele geçirilmesini gerektirir. İlk adım, politik iktidarın ele geçirilmesidir.
“Reformalar, devrimin yan ürünleridir” sözü bu bilinçle söylenmiştir. Reformlar (basit “haklar” değil, görece belirli ağırlığı olan kazanımlar), devrim mücadelesi yürüten emekçi yığınların burjuvaziden kopardıkları tavizlerden başka bir şey değildir. Devrimin baskısı, cennetini yitirme kaygısı, sermaye sınıfını ödünler vermeye zorlar. Ama bu durumda bile, iktidar burjuvazinin elinde kaldığı müddetçe, ilk fırsatta “verdiği” tüm ödünleri geri almaya çalışacaktır sermaye sınıfı.
Emekçilerin amacı ödünler kazanmak değil, kendi özgürlüklerini kazanmaktır. Kapitalizm çerçevesini aşmayan her “çözüm” sınıfların varlığı ve sınıfların eşitliğini kabul eder. Devrimci işçilerin amacı, sınıfları ortadan kaldırmaktır.