Yasalar üzerine yanılsamalar, burjuvazinin çocukluk döneminin aydınları/düşün insanları tarafından yayıldı tüm dünyaya. Krala, sultana, aristokratlara, Papaya, ruhbanlara... bilumum feodal düzenin “keyfi iktidarına” bir sınır çizmenin, bir çerçeve oluşturmanın, kendi varlığına siyasal alan açmanın çabasıydı.
Aydınlanma döneminin dev kafaları enine boyuna işlediler bu konuyu. Güçler ayrılığını, yasaların gücünü, yasaların ruhunu, yasal eşitlik durumunu... bir bir tanımladılar, döktüler ortaya. Meşhur insan hakları, özünde burjuva toplumun burjuva insanının haklarının soyutlamasıydı.
Oysa yasaları yapanlar ve yasalarda yazılanlar değil, fiili uygulamaydı asıl önemlisi. Ve bu uygulama, sınıflar savaşının güçler dengesine göre biçimleniyordu. Bu dengeye göre kimi zaman yasaların yazılı metni, biçimi, bir şekilde tutucu bir çerçeve rolünü oynuyor; kimi zaman ise “yasaların ruhu” bambaşka sonuçlara yol açıyor. Hatta öyle anlar oluyor ki, biçimsel olarak da, “yasanın ruhu” da kaldırılıp bir kenara atılıyor, boş bir söze dönüşüyordu.
Rivayet odur ki Büyük Fransız Devrimi’nin Jakoben önderlerinden Saint Just (halk arasında “devrim meleği” diye bilinirdi), Termidor gericiliğinin gelip çatmasıyla derdest edilip giyotine götürülürken, 1793 anayasasını göstererek “bunu yazan benim” demiştir. Ama anayasa, anayasayı yazanı değil, anayasayı uygulayanı koruyordu.
Adına “hukuk” denen, yasalar yığınından oluşan bu karmaşanın, son tahlilde bir bekçinin iradesi kadar hükmü olmadığını geniş kesimlerin kavrayabilmesi için, toplumların epey mesafe katetmesi, sert sınıf çatışmalarından geçmesi, sermayenin düzeninin büyük sarsıntılar geçirmesi, burjuva egemenliğinin ancak kağıt üzerinde var olması gibi gelişmeler gerekir. “Kriz”, “bunalım” kelimeleriyle özetlenen bu büyük altüst oluş dönemlerinde her tür yasal/anayasal yapıyı sarmalayan “kutsal örtü” bir çırpıda çekilip alınır.
Bunu bizzat burjuvazinin kendisi yapar. Çıplak gerçeklik ortaya çıkar. Başka hiçbir dönemde, hiçbir propaganda, yasal çerçevenin son tahlilde çıplak zor ilişkilerinin ifadesi olduğunu geniş yığınlara bu denli kavratamaz. Ancak bunalımın kendisi, burjuva devletin her tür yasal prangadan kurtulma zorunluluğunu yaratır. Aynı zamanda bu, burjuvazinin kendi arasındaki ilişkilerde de her tür yapısal-kurumsal yapının sarsılmasını, çoğu zaman yıkılmasını getirir.
Buraya kadar genel ifadelerle bahsettiklerimizin somut örneğini görmek isteyen, günümüz Türkiye’sinin siyasal dünyasına bakabilir. Sayısız örnek sergileniyor her gün. Artık Türk burjuva siyasetinde, devlet yapılanmasında, kurumsal yapıda herhangi bir çerçeveden bahsetmek neredeyse imkansız.
Dinci faşist iktidar hemen hiçbir yasayla kendini sınırlı/bağlı görmüyor. Devlet yapısının yerleşik kuralları kaldırılıp bir kenara atılıyor. O an sınıf savaşı neyi gerektiriyorsa, o uygulamaya sokuluyor.
Şu Meclis'in haline bakın, orada olup bitenler gerçeği tüm çıplaklığıyla görmeye yeter. Bir yasa teklifi reddediliyor. Meclis tüzüğüne yani “yasası”na göre, reddedilen teklifin bir yıl boyunca bir daha görüşülmemesi gerekir. Ama bu tüzüğü uygulamakla yükümlü olanlar, tüzüğü bir kenara atarak ertesi günü yasayı tekrar getiriyor ve kabul ettiriyorlar.
Milletvekili dokunulmazlığı, geçmişte en azından belirli bir sınırda da olsa gözettikleri bu statü, artık bir polisin, hatta bekçinin iradesi karşısında silinip gidiyor. Ya da “anayasal kişi hak ve hürriyetleri” denen laf kalabalıkları, eskiden “polis vazife ve salahiyetleri kanunu” ile çevrilirdi, şimdi sıradan polisin keyfiyle sınırlanıyor.
Yahut en yeni örneklerden biri. Emniyet Genel Müdürlüğü bir genelge yayımlıyor. Gazetecilere ve “yurttaş gazetecilere” görüntü almayı yasaklıyor. İç işleri Bakanı değil, hükümet değil, meclis hiç değil, devletin bir memuru yasa gücünde genelge yayınlıyor ve yasaklar koyabiliyor.
Nedeni ve buna olanak sağlayan zemin açık: Sınıf savaşı, daha doğrusu, sınıf savaşının ileri bir aşaması olarak, iç savaş yasaların, anayasanın, devlet tarafından, iktidarı elde tutanlar tarafından bu şekilde uygulanmasının nedenidir. İç savaşta, değişiklik önerileri vb vb şeyler, Meclis oylamalarıyla değil, kaldırım taşlarıyla verilir. Gerçek yasa budur.
Yasaların ve kurumların kutsallığına bağlanan boş inan, burjuva siyasetçilerce ve burjuva düşün insanlarınca yayılır sürekli. Ama gelinen aşamada bunu yapmanın zemini de kalktı ortadan. “Türkiye’de demokrasi askıya alınmıştır, anayasa askıya alınmıştır, hak ve özgürlükler askıya alınmıştır.” sözleri Kılıçdaroğlu’na aittir. Bu sözleri ona söyleten mevcut şartlar, milyonlarca emekçinin de gözlerini açan, durumu berrak bir şekilde bilince çıkarmasına yol açan bir içeriğe sahip.
Burjuva “muhalefet” tüm bunları söyledikten sonra “yakında gidecekler” aldatmacasına devam ediyor. Yani seçim, sandık, eriyen oylar, iktidarın seçimle değişimi... yaymaya çalıştıkları hayal budur. Ve bu haliyle aslında sadece düzenin değil, bizzat mevcut iktidar yapısıyla rejimin değişmemesi için en büyük desteği sunuyorlar. Zaten amaçları da budur. Bu bir yanlış politika, bir yanılsama değil, burjuva “muhalefet”in bilinçli bir eğilimidir.
Küçük burjuva uzlaşmacı muhalefet de seçim ve sandıkla iktidarın değişebilirliğine dair boş hayaller yayarken, dolaylı olarak dinci faşizmin iktidarını güvence altına almasına yardım etmiş oluyor. Ha bire yayımlanan anketlerle, “ilk seçimde gidiyorlar” hayalleriyle yapılan şey, tastamam budur.
Oysa gerçek, burjuva yasaların başkaları tarafından değil, herkesten önce, bizzat burjuva güçler tarafından ayaklar altına alınmasından da belli. Tekelci sermaye sınıfı adına dinci faşist iktidar emekçi sınıfların devrimci hareketini kanla bastırma hazırlığını hızlandırıyor.
Artık bütün adımlar bir avuç da olsa militan kitle tabanını sağlamlaştırmak üzerine kurulu. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış, genelgeler, alkol yasakları, geniş yığınların damarına basarcasına pervasız açıklama ve uygulamalar... tüm hepsi tek bir şeye işaret ediyor: Dinci faşist iktidar kanlı bastırma hazırlığını hızlandırdı. Topyekun faşizme giden yolun kalan taşları döşeniyor.
Anayasal hayallere artık yer yok. Bu hayaller, iç savaşı kazanmak zorunda olduğunu bilen dinci faşist iktidarın kendi elleriyle tuz buz ediliyor, parçalanıyor, yok ediliyor. Sadece dar kafalılar hala, “anayasa ve yasalar” diye sayıklamaya devam ediyorlar. Oysa faşist devlet ve dinci faşist iktidar, iç savaşın tek gerçek yasasına göre hareket ediyorlar. Toplumların yaşamındaki büyük sorunlar sadece güç ilişkilerine uygun biçimde ve zora dayanarak çözülür. Sıradan bir devlet memuru olarak, Emniyet Genel Müdürü'nün topluma yasak koyacak yetkiyi, cesaret ve cüreti kendinde bulmasının başka anlamı var mı?
Ama burjuva iktidarın, faşist devletin bu adımları emekçi sınıfların, Kürt halkının, gençliğin, kadınların da gözünü açıyor, gerçeği derinden kavramalarına yardım ediyor: Yaşamsal sorunların çözümü için güçten, devrimci eylemden, sokağa çıkmaktan, düşmanı güce dayanarak alt etmekten başka yol yok.
Güç, yani iktidar dışındaki her şey hiç bir şeydir. Bu gerçeklik bugün geniş emekçi sınıflar, Kürt halkı, gençlik, kadınlar ve yoksul kitleler tarafından daha çok ve daha derinden kavranıyor.