Bozkır kurudu. Alev almaya hazır. Şimdilik küçük kıvılcımlar, sınırlı ama yaygın yangınlara yol açıyor. Henüz genel bir yangına dönüşmedi. Fakat her an dönüşebilir.
Son örneğini Boğaziçili öğrencilerin eylemiyle gördük. Bir küçük kıvılcım, bir naif protesto ortalığı alevlendirmeye yetti. Bir genel yangına dönüşmedi, evet. Ama o küçük çapıyla kıyaslanamayacak ölçekte bir alanı tutuşturmayı başardı. Hemen her kesimden sempati ve destek topladı. Dayanışma açıklamaları ve girişimleri büyüdü. Eylem, çapını katbekat aşan etki yarattı.
Dinci faşizmi bu derece panikleten asıl mesele de budur. Sorun bir üniversitede rektör atanması ve buna öğrencilerin tepki göstermesi sorunu değil. Sorun, bu kurumuş bozkırda sağa sola kıvılcımlar savuracak bir küçük yangının patlak vermiş olmasıdır. Dinci faşist iktidar baktığı her yerde, her küçük kapışmada Gezi’yi görüyor. Gezi’nin “üç beş ağaç meselesi olmadığı”nı bildiği için, Boğaziçi’ndeki gelişmelerin de basit bir rektörlük sorunu olmadığını görüyor ve kavrıyor.
Sabahın kör karanlığında öğrencilerin evlerini basıp gözaltına alıyor. Soruşturmalar başlatıyor. Tüm televizyon kanallarında gençleri isim isim yayımlayarak “şu terör örgütüne üye, bu terör örgütüne üye” propagandası yapıyor. Tüm “zaptiye beyinliler” gibi, dinci faşizm de olayın polisiye önlemlerle çözülebileceğine inanıyor. Ya da elinde bu araçtan başka bir şey olmadığı için, buna inanmak zorunda kalıyor.
Farkında olalım ya da olmayalım, işçi sınıfını ve emekçi kesimi, gençliği, tüm ezilenleri bir ağ gibi saran, her “odağı” doğrudan diğerleri ile arka planda birbirine bağlayan nesnel bir ilişki ağı mevcut. “Odaklardan” herhangi biri harekete geçtiğinde, özellikle “hassas dönemlerde”, diğerleri hızla harekete geçmeye zorlanıyor. Bu, hiçbir polisiye önlemin engelleme başarısını gösteremeyeceği bir akıştır, bir “süper iletken”dir!
Geçmişte sınıf örgütlerinin, işçi partilerinin uzun emekleri sonucu bilince çıkartılabilen bu “zincirleme reaksiyon”, kapitalizmin günümüz aşamasında çok büyük oranda kendiliğinden ve hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Hatta o kadar ki, daha dün köylerinden kopup gelmiş şurada burada şantiyelere doluşmuş işçiler dahi, sürüklendikleri ilk eylemleriyle birlikte muazzam bir sıçrama yaşıyorlar ve ardından eylemde olan diğer işçi kesimleriyle doğrudan dayanışmaya girişiyorlar.
Sınıfın dayanışma hareketinin iki ana yönü var. İlki, kendi işletmesinden başlayarak genişleyen “iç dayanışma”. Bu “iç dayanışma”, değişik iş kollarına yayıldığı oranda bir derinleşmeyi de beraberinde getiriyor. İşçiler bu şekilde “kendisi için sınıf” özelliğini pekiştiriyor. Zira bu, dar mesleki sınırları aşan, sınıfın geneline doğru büyüyen bir gelişmedir.
İkinci genişleme, sınıfın kendi dışındaki toplumsal katmanlara doğru büyüyen dayanışma göstermesi ile gerçekleşir ki, bu başlı başına bir derinleşme/yoğunlaşma eylemidir. İşçi sınıfı ancak bu ikinci genişlemeyi yapabildiği oranda toplumsal hareketin yöneticisi ve sürükleyeni haline gelebilir. Her tür ekonomist sendikalist pranganın kırılacağı alan burasıdır. “İşçi sınıfı toplumun tüm ezilen kesimlerini kurtarmadan kendini kurtaramaz” özlü belitinde ifadesini bulan bir tarihsel harekettir bu genişleme.
Sonuçta bu iki türlü genişlemenin sınıf ve emekçi kitle hareketinde verili bir özellik haline geldiği bir aşamadayız. Bu olgu yeni değil. Özellikle son çeyrek asırdır gittikçe güçlenen bir “kendiliğinden” özellik halini almıştır. Geçmişin “öznel bilinci” günümüzde neredeyse verili bir özellik halini alarak “nesnel bilinç” düzeyine gelmiştir. Tarihsel birikim ve gelişme böyledir. Bu yüzden günümüz işçi sınıfını ve emek hareketini değerlendirirken bu tarihsel birikim ve gelişme mutlak surette göz önüne alınmalıdır.
Ne yazık ki pek çok sosyalist hareket bu gelişmeyi dikkate almadığı için, emek hareketinin kendiliğindenliğinde sadece “güçsüzlük, dağınıklık, örgütsüzlük...” görmekte; bu kendiliğinden hareketi “öznel bilinç ifadeleri” üzerinden değerlendirmekte; bu yüzden de gerçek devrimci içeriğini görememektedir. Nesnel içeriği yok sayarak salt “öznel bilinç ifadeleri” üzerinden değerlendirme yapmanın doğal sonucu sınıf (ve emekçi kitle) hareketini son derece güçsüz görme, hareketin gücünü yalnızca kendi dar örgütsel gücüyle ölçme... ve bunların sonucu olarak da “kendine güvenmeme”dir.
Kendine güvenmeyen bir hareket, toplumun genelini sarsacak güçlü bir etki yaratamaz. Kendiliğinden patlayan herhangi bir eylemin, diyelim Boğaziçili öğrencilerin, veya diyelim bir kadın cinayeti protestosunun, yahut bir madenci yürüyüşünün vb., kendi çapının çok ötesinde etki yaratmasını bile kendi güçsüzlüğünün kanıtına dönüştürür.
Kuşku yok ki yukarıda örnek olsun diye verdiğimiz her eylemin bir takım “örgütleyicileri” vardır. İşin doğası gereği böyledir. Herhangi bir çevre veya örgüte, herhangi bir düşünsel-programatik hatta ait birey ve gruplardır bu eylemi örgütleyenler. Ama her “kendiliğinden” eylem az veya çok böyle değil midir? “Örgütlü bireyleri” tamamen dışlayan bir “kendiliğinden hareket” tarihin hangi döneminde var olmuştur?
İkinci olarak, herhangi bir sosyalist çevrenin işçileri, öğrencileri, o sosyalist çevreye ait olmakla işçi veya öğrencilikten muaf hale gelmediğine göre, bu işçi ve öğrencilerin belirli oranda etkin oldukları eylemler de, aynı “kendiliğindenlik”ten nasibini almaz mı? Unutulmasın. En güçlü, en örgütlü komünist partisi bile, sayısı on milyonları bulan işçi sınıfı arasında yalnızca küçük bir azınlıktır.
Ama yok, asıl ifade edilmek istenen, bizzat örgütlü yapıların doğrudan çağrılarının karşılık bulması ise, bu, örgütlü işçi sayısından ziyade, çağrının “zamanın ruhuna”, nesnel eğilimlere ne derece denk düştüğüyle alakalalıdır her şeyden önce.
Nesnel eğilimleri kavramak için, toplumun artık tüm gözeneklerine yayılan o hoşnutsuzluğa bakmak kafidir. Patlamaya hazır muazzam bir öfke, önüne geçilmez arzular, tutkular birikti emekçi saflarda. Bunu görüp, buna uygun “çağrılar” yapıldığı oranda karşılık bulur çağrılar.
Ama “çağrı” denilen şey öyle kuru kuruya yapılmaz. Dünyanın en pratik işidir “çağrı” yapmak. Bedel ödemeyi, sahada olmayı, elini taşın altına sokmayı, günlük faaliyet yürütmeyi, tek kelime ile “iş” yapmayı gerektirir. Küçük veya büyük, sürekli “iş” yapmak, bizzat o “iş” sürecinde bağları kurabilmek, militan ve cüretkar çıkışlar eşliğinde uygun “çağrı”yı yapabilmek... Sonrası kurumuş bozkıra düşen kıvılcımın miktarına bağlı.