Her geçen gün sesi daha tehditkar oluyor. Her konuşmasında, başta Ce-Ha-Pe olmak üzere, önüne gelene sövüp sayıyor. Bir zamanlar dediği gibi, “öfke, bir hitabet şekli” onda (tesadüfe bakın, tıpkı Hitler gibi!). Her gün neredeyse 7/24 ekranlardan yığınlara boca edip duruyor bu “hitabet şekli”ni. Ve her gün dayak yemiş gibi oluyor milyonlarca emekçi.
İşler hiç iyi gitmiyor dinci faşist iktidar cephesinden. Sesinin sürekli daha tehditkar hale gelmesi bundan.
“Kindar ve dindar bir nesil” idi istedikleri. Hatta “okumuşlar işimize yaramaz” diyenleri üniversitelerin başlarına taşıdılar. Tüm okulları imam hatip okulu yaptılar. Tarikatlara, vakıflara milyarlar akıttılar... Olmadı! Tutmadı maya. Ne kültürel bir etki alanı oluşturabildiler, ne düşünsel bir egemenlik kurabildiler.
Reformdu, hukuktu, şuydu buydu derken... yine döndü “fabrika ayarları”na: “Ne Kürt sorunu ya”!
Yaptıkları tek şey, en bayağı zor araçlarıyla, baskı ve şiddetle, polis ve mahkemeyle, dipçikle, copla, soruşturmayla... olmadı, açlıkla, yıkımla, işsizlikle... bir şekilde hizaya sokmaya çalışmak herkesi.
Fakat bu durumu, tek bir kişiyle, onun kişisel özellikleriyle açıklamaya çalışmak, boşuna bir çaba olur. Her şeyden önce bu türden bir “kişilik”in o en tepe noktaya çıkışı gözardı etmiş olur bu türden bakış. Tıpkı Victor Hugo’nun “yeğen Bonoparte”ın çapsızlığını alaya almanın yeteceğini sanması gibi. Daha önce de söyledik. Emperyalistler ve işbirlikçi tekeller için “her tür sınırı aşabilen” biri lazımdı. Onun şahsında buldular. Ama olmadı. Onu tepeye taşıyan ilişkiler, onu orada tutmaya yetmiyor. Çünkü toplumsal yaşam böylesine tek yönlü değil.
Dinci faşizmin başındakinin bu “agresifliğini” sabah akşam yayımlanan anketlerin sonucuna bağlayanlar, anketlerin kendisinin de bir sonuç olduğunu unutuyorlar. Ve öte yandan, hasımlarını fazla hafife alıyorlar.
Sermaye sınıfı açısından işler seçimlerle idare edilebilecek seviyede olsaydı, mevcut haliyle dinci faşist iktidara, onun bu bağnaz, acımasız, cahil kadrolarına, ve onun başındaki adama böylesine ihtiyaç duymazlardı ki. Kesinlikle durumu hala anlayabilmiş değiller. Bunca silahlı örgütlenme, bunca baskı yasası, bu yasaların ve en temel faşist kurumların işleyişinin bir kenara atılması... Tüm bunlar seçimlere hazırlık değil.
Daha geçen gün HSYK tarafından Yargıtay üyeliğine “seçilen” o meşhur başsavcının (Saray’da poz veren “damat”!) Anayasa Mahkemesi’ne seçilebilmesi için AYM seçimlerinin ertelenmesini alın mesela. İşlerin nasıl yürütüldüğünün ve bundan sonra da nasıl yürütüleceğinin açık mesajlarıdır. Hatta Saray’daki o gelin-damat fotoğrafı bunun ilanıydı zaten.
Kapitalist düzen ve faşist devlet, dinci faşist iktidar şahsında işçi ve emekçilere, Kürt halkına, kadınların isyanlarına, Alevilere, geleceği çalınmış gençliğe karşı savaşıyor. Tek kelimeyle devrime, devrimci dinamiklere karşı savaşıyor. Kopkoyu bir anti-komünizm ile, ezilen halklara, emekçi sınıflara, yoksullara düşmanlıkla karakterize olan devlet ve dinci faşist iktidar, Saray’ın başının tehditkar sesiyle, bu savaşı derinleştiriyor.
Fakat dışarda ve içerde işler yolunda gitmiyor. Her cephede sürekli sıkışan bir sistem var. Ekonomi kelimenin gerçek anlamında facia. Dışarda sürekli genişleyen savaş cephelerini kaldırabilecek kaynaktan yoksunlar. Ekonomik krizin yıkıcı, bunaltıcı etkisine, pandeminin yarattığı yıkımlar eklendi. Geniş emekçi yığınlarda patlamaya hazır bir öfke birikimi var. Yarım ağız dillendirilmeye çalışılan “hukukta ve ekonomide reform” meselesi, sadece “yabancı yatırımcılara mesaj” değildi. Emekçi kesimlere, Kürt halkına dönük de bir mesaj olsun istemişlerdi.
Bu, Türkiye burjuvazisinin yüzyıllara dayanan toplum yönetme sanatından öğrenip içselleştirdiği bir yöntemdir. Sınıf savaşında emekçi sınıflar ve ezilen halklar karşısında sıkıştığında “reform, özgürlük, yolsuzlukla mücadele” vb. sözleri vermek; kendine gelip gücünü toparladığına inandığında ise tekrar terör ve katliam politikasına geri dönmek: Tekelci sermaye sınıfı ve faşist devletin toplum yönetme sanatının temel taşı bundan ibarettir.
Ama dinci faşist iktidarın mevcut koşullarda böyle bir manevraya dahi en ufak bir yeteneğinin olmadığı daha ilk adımda ortaya çıktı. Söylem düzeyinde bile olsa “reform”u sürdüremedi. Tam tersine, tüm açıklamaları ve adımları tam bir Hitler dönemi faşizmi manasında topyekün faşizme doğrudur. Reform söylemi, daha haftasını doldurmadan söylem ve yönelim, budur. Fakat bu yönelimin hedefine ulaşıp ulaşmayacağı ayrı bir konu.
Mevcut hükümet, hatta bu “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, mevcut ilişkiler açısından taşınamaz hale gelirse... devrimin baskısı kapitalist sınıfı iyice köşeye sıkıştırırsa, kuşkusuz sermaye sınıfı açısından bu “yükten kurtulmanın” zamanı gelmiş demektir ve bir şekilde, bir yol ve yöntemle bu adımı atmakta tereddüt de etmeyecektir. Ama işler oraya varana kadar sınıflar savaşı arenasında çok sert kapışmalara, kanlı çatışmalara tanık olacağız daha. Ufukta ise “sandıkla gitme” seçeneği görünmüyor.