Hükümet çatırdadı. İşçilerin ve emekçilerin mücadelesi daha yeni başlamıştı ki ilk rüzgarlar hükümeti çatırdatmaya yetti. İstifa eden bakan öyle sıradan bir bakan değil. Recep Tayip Erdoğan’ın damadı ve aynı zamanda dinci faşist hükümeti iktidarda tutan ilişkilerin ve karakterin özeti.
Ve bu karakter şımarık, yılışık ve kibirli bir karakterdir. Ama bunu karakterin yüzündeki maske düştüğünde geriye nasıl bir korku kaldığını istifa mektubundaki şu cümleden anlayabiliyoruz. Mektubun en can alıcı cümlesi şu: “Allah sonumuzu hayreylesin!”
Bu cümleyi sarfeden dinci faşist iktidarın hem Bakanı hem de bu iktidarın başının damadı. Yani durumu hem hükümet içinden hem de aile meclisinden biliyor. Durumu ondan iyi kim bilebilir. Ve işte bu zat, “Allah sonumuzu hayreylesin” diyor.
Yolun sonuna geldiklerinin itirafıdır bu. Hem biliyorlar hem de korkuyorlar. Her sıradan dinci gibi, korkuyu yenmek için tanrıya sığınmayı çare kabul ediyorlar.
Bu konuda hükümet yalnız değildir. Düşünün ki kapitalist bir ülkede bir maliye bakanı istifa ediyor ve piyasalar coşuyor. Yani tekelci sermaye bu hükümetin yokluğunu varlığına tercih eder hale geldi. Bir egemen sınıfı bu hale getiren, çok ciddi bir varlık yokluk sorunu ile karşı karşıya olmasıdır.
Dinci faşist hükümet gibi tekelci sermaye de biriken öfkenin sonunda nitel bir sıçramayla patlamaya dönüşeceğini fark etmiş durumda. Nasıl olmasın ki!
Bir nitel sıçrama anına doğru giden gelişmenin bazı eşik noktaları vardır, o eşik noktasında devrim kendi ayağındaki bazı prangalardan kurtulur, karşı-devrim de onu besleyen kimi kaynaklardan mahrum kalır. Devrimi engelleyen en önemli nedenlerden biri de, mücadeleci kitlelerin sokaklara çıktıklarında yalnız kalacakları düşüncesiydi. Oysa şimdi bütün emekçi kitleler aynı çığlıkta birleşiyorlar: “Eve ekmek götüremiyoruz”. Bu çığlık karşı tarafın duyması yani burjuvazinin duyup da gerekeni yapması için atılmış bir çığlık değil. Bu kendi emekçi sınıf kardeşlerine birleşme çığlığıdır.
Düşünün ki bir ülkede %49 işsizlik var ve işçi sınıfı “biz mücadele edeceğiz” diye şurada burada eylemler yapmaya başlıyor. Bu kadar büyük bir işsizlik ortasında bir sınıf mücadele etmeye kararlıysa bunun tek anlamı vardır; artçıyı güvenceye aldıklarını hissetmeye başlamış olmalarıdır. Artçı yani bütün emekçi sınıfların desteğini alacaklarını hissediyor olmalarıdır. Karşı-devrim ise kendi kaynaklarından muazzam derecede yoksun kalmaya başladı. Bakın sadece iki şey; şovenizm ve dinci gericiliğin geldiği hal.
Şovenizm için Ermenistan ve Yunanistan sorunlarını kaşıdılar da ne oldu; hiçbir şey olmadı. Ama bundan çok daha önemlisi Muhammed karikatürlerine karşı bütün İslami gericilik dünyada ayakta iken, İslam ülkelerinin önderliğine soyunan, kendini böyle göstermeye büyük özen gösteren Türkiye’de camiler ve sokaklar bomboş kaldı. Diyanet İşleri Başkanı, Ali Erbaş, elinde kılıcı “minberde tek başına” durumundaydı adeta.
Bütün çabasına, propaganda ve dolaylı çağrılarına rağmen dinci faşist hükümet, sokağa çıkara çıkara IŞİD’çileri, El Nusra’cı dinci faşist çeteleri çıkarabildi. Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıfları bu propaganda ve dolaylı “sokak” çağrılarına beş paralık değer vermedi. Onların derdi bambaşkaydı çünkü.
Bütün bunlar devrim ve karşı-devrimin arasında bu yeni eşikte yepyeni dengeler oluştuğunun ve bu eşiğin aşıldığının göstergeleri olarak okunmalıdır.
Evet eşik aşıldı ve devrim toprağın altından şöyle bir kıpırdandı. Daha ilk kıpırdanışında da hükümeti çatırdattı. O dev gövde bir kez ayağa kalktığında alınacak sonuçların ne kadar muazzam olacağına ilişkin bundan daha değerli ve daha somut bir kanıt görülebilir mi?
Şimdi sorun şudur: Emperyalistler ve işbirlikçi tekelci sermaye sınıfı, bir hükümet değişikliği ile bu sürecin önünü geçici de olsa kesebilir mi? Birikmiş öfkeye akacak yeni bir burjuva kanal yaratabilir mi? Bunun o kadar da kolay olmadığını hemen söyleyelim.
Yine de uzlaşmacı küçük burjuva partinin, liberallerin, sosyal reformistlerin şimdiden kolları sıvadıklarını, kitlelerin devrimci öfkesini seçim sandıklarında ve muhtemel bir burjuva hükümet hedefi ardında tüketmek için hazırlıklara başladıklarını görüyoruz.
Birleşik devrimin güçleri, iki ülkenin işçi ve diğer emekçi sınıfları, yoksul kitleleri bu tehlikeye dikkat etmek zorundalar. Dinci faşist iktidarın şöyle ya da böyle bir başka gerici/faşist hükümetle değişmesi sadece tekelci sermayeye nefes aldırır, onun egemenliğinin ömrünü kısa da olsa bir süre uzatır. Yani bizim acılarımızı çoğaltır ve kurtuluş anımızı biraz uzağa atmış olur.
İktidar çatırdıyor! Şimdi iki yol var. Birincisi, tekelci sermaye sınıfı ve emperyalistlerin başvuracağı; uzlaşmacı küçük burjuva partinin ve diğer sosyal reformistlerin dünden razı oldukları, bir seçimle bu iktidarın bir başka gerici/faşist iktidarla yer değiştirmesi. Bu, burjuva çözüm yoludur. İkincisi, proletaryanın çözüm yolu: Bir ayaklanmayla, birleşik devrimle tekelci kapitalist egemenliği yıkıp emeğin iktidarını kurmak. Türkiye ve Kürdistan emekçileri bu yoldan yürümeli.