AB liderler zirvesi öncesi “ortam yumuşatma operasyonu”nda uzlaşmaya varıldığı haberi geldi. Esip gürleyen dinci faşist iktidar, bırakın Ege Adaları'nın silahlanması meselesini, Doğu Akdeniz’i Yunanistan ile “istikşafi görüşmelere” açtı. Bir gazla yaptıkları konuşmalar, efelenmeler uçtu gitti. AB’nin “yaptırım sopası” daha devreye girmeden, sadece telafuz edilince, tüm havası söndü Ankara’nın.
Macron, zirve öncesi, “Avrupa’nın üye devletler Yunanistan ve Kıbrıs’la dayanışması Türkiye ile pazarlık konusu edilemez” sözleriyle Ankara’nın damarına bir kez daha inadına bastı. Yunanistan Başbakanı Miçotakis de “Doğu Akdeniz’deki Türk provokasyonu daha fazla tolere edilemez” çıkışını yaptı.
Önceki gün de Avrupa Konseyi Başkanı Michel Türkiye'nin “yapıcı” olmaması durumunda AB çıkarlarının savunulması için “tüm seçeneklerin masada olduğu” yönünde yeni bir açıklama yaptı.
Başta RTE olmak üzere Türkiye'den gelen geri adım açıklamaları, “iyi niyet mektupları” yeterli gelmedi. AB, adeta Ankara’nın burnunu sürtmek, ona “had bildirmek” niyetindeydi. Zaten geri vitese takmış olan dinci faşizme yüklendi.
Öte yandan aynı AB emperyalizmi Ankara’ya yaptırım uygulamamak için her tür “esnekliği” gösterdi, gösteriyor. “Koruyucu Merkel”, yine “barışçı çözüm” vurgusuyla dengeleri gözetiyor.
Keza NATO, gerilimi belirli noktada tutmak için adeta “fazla mesai” yaptı. Siyaset koridorlarında değil ama, Brüksel’in askeri salonlarında iki ülke temsilcileri, “iki müttefik olarak” uzlaşmaya çalıştı. Sonuçta Yunanistan ile bir anlaşma kapısı aralandı. Tam da ertelenen AB liderler zirvesi arifesinde!
Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “Bu kapsamda Türkiye ve Yunanistan askeri heyetleri arasında NATO Karargahı'nda yapılan toplantılar sonucunda 'genel ilkelerde' ortak anlayışa varıldı. Doğu Akdeniz'deki unsurların emniyetle görev yapmalarına yönelik icra edilecek koordinasyonun teknik detaylarının görüşüleceği bir sonraki toplantının 5 Ekim 2020'de NATO Karargahı'nda yapılması planlanmaktadır.” dendi.
Doğu Akdeniz gerilim süresince Yunanistan ve Kıbrıs’ı arkalayan ABD, yakın dönemdeki ikili anlaşmalarına paralel olarak Yunanistan’a askeri güç yığmaya başladı. Kuzeyde Dedeağaç, güneyde Girit Adası... Bu yığınağın Yunanistan-Türkiye gerilimi ile pek az ilgisi vardı. ABD’nin asıl hedefi bu gerilimle uğraşmak değildi. Onu asıl ilgilendiren, çok daha stratejik bir hedef.
Uzun süredir kuzeyde Kaliningrad’dan başlayan, Suriye’ye hatta daha aşağılara inen bir hat, öte yandan Afganistan üzerinden Şanghay grubunun arasına dalan bir merkez hat, Güney Çin Denizi’ne yığılan donanma üzerinden oluşan doğu hattı... 90’larda “Rusya’yı kuşatma stratejisi” izleyen ABD emperyalizmi, NATO’nun doğuya adım adım genişlemesi üzerinden “Avrupa cephesini” belirli ölçüde belirginleştirdi. Çin’in yükselişi ile birlikte strateji, “Rusya ve Çin’in kuşatılması”na dönüştü. Hatta Lavrov’un bir konuşmasında haklı olarak dikkat çektiği gibi, Çin bir süredir “bu onurlu yeri Rusya'dan almış” durumda. Yani ABD emperyalizminin düşmanlaştırma adımlarında baş sıraya yerleşmiş durumda.
ABD’nin Girit’e, yukarda Dedeağaç’a, ayrıca Bulgaristan ve Romanya’ya yaptığı yığınak ile asıl hedeflenen, Rusya kuşatmasının belirli ölçülerde tamamlanmasıdır. Bu yönüyle söz konusu adımların Türkiye’ye karşı olmakla hiçbir ilgisi yok.
Ama Rusya’nın kuşatılması adımlarında Türkiye’nin kuşkusuz görevleri var. Suriye cephesinde Türkiye’nin attığı hemen her adım, ABD emperyalizminin bu hedeflerine koşut olarak atılmaktadır. Unutulmasın, “Suriye’yi Rusya için bataklığa dönüştürmek hedefimizdir” diyen, ABD’nin Suriye temsilcisi James Jeffrey’den başkası değil.
Aynı şekilde Libya’da da Rusya’yı dengelemesi için sahadaki askeri varlığına, en azından göz yumulan bir ülkedir Türkiye. Açıktan desteklenmediği her ortamda, bu şekilde dolaylı desteklenmiştir.
Buradan Karabağ (Artsakh) savaşına geliyoruz. Tam bu yoğun askeri stratejik adımların ortasında patlak verdi Karabağ’daki savaş. Rusya için en hassas konulardan biri, bir federasyon olan Rusya’nın en yumuşak karnını oluşturan Kafkas bölgesindeki dinci hareketliliktir. Çeçenya’da başlayan ve tüm bölgeye yayılan dinci vahabi-selefi çete saldırıları, 90’lar boyunca Kremlin’i en çok zorlayan sorundu.
2011’de başlayan çatışmalara katılmak üzere, tüm Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan binlerce dinci çete gitti Suriye’ye. Suriye’ye dinci çetelerin akmasına belirli oranda göz yuman Rusya, 2015 Eylül’ünde girdi Suriye savaşına. Şoygu’nun açıklamasına göre savaşta 133 bin vahabi-selefi çete öldürüldü. Moskova, bunu büyük bir başarı olarak görüyor ve öyle yansıtıyor. Şoygu’nun bu açıklamalarını yaptığı günlerde Türkiye’nin işgali altındaki Suriye ve Rojava topraklarından dinci gruplar, sayıları çeşitli iddialara göre 1000 ile 4000 arasında değişiyor, Karabağ’a gönderiliyor.
Bakü’nün hesabı muhtemelen Karabağ’ı zor yoluyla geri almakla sınırlıdır. Ama Türkiye’nin hesaplarının bu olmadığı aşikar. İşin içinde Rusya ile “çatışmalı ortaklık” biçiminde ilerleyen ilişkilerde el kuvvetlendirmekten tutun, asıl olarak, Rusya’nın kuşatılması (ve hatta parçalanması) işinde en etkin “oyuncu” olarak kendini pazarlamaya kadar pek çok hesap kitap var. Eğer en başından itibaren emperyalizmin planlayıcılığı ile gelişmediyse bu savaş, dinci faşizmin bu saldırganlık ile yapmak istediği ilk şeylerden biri, emperyalizme, bu meselede “en kullanışlı aparat” olduğu mesajını vermek olsa gerek.
Öte yandan Çavuşoğlu, Lavrov ile görüşerek, “Dağlık Karabağ'daki sorunun çözüm sürecinin barışçıl zemine döndürülmesi amacıyla Rusya ve Türkiye tarafından gerçekleştirilen eylemleri sıkı biçimde koordine etmeye hazır olduklarını” söylüyor! Her zaman olduğu gibi en bayağı iki yüzlülük burjuva diplomasinin en temel özelliği olmaya devam ediyor.
Rusya iki gündür Suriye’den çetelerin taşınmasını gündeme getirip duruyor. Rus Dışişleri, isim vermeden Türkiye’yi hedef alan açıklamalar yapıyor. Küçücük Karabağ’daki savaş, kocaman güçlerin devasa coğrafyadaki hesaplarıyla sarmalanarak çetrefil bir hal alıyor.