Yüzyılın başında dünya emperyalist ülkeler ve sömürge (yarı-sömürge) ülkeler olarak ikiye bölündü. Bir avuç “gelişmiş” ülke, dünyanın geri kalanını denetimi altına aldı. Hatta bu denetim altına alınan (sömürgeleştirilen) toprakların yeniden paylaşılması uğruna dünya savaşları çıkardı.
Zamanla sömürgecilik, hem kapitalizmin içsel evrimi hem ulusal kurtuluş savaşları (ve sosyalizmin bu savaşlarda etkin bir güç olarak öne çıkması) sebebiyle sürdürülemez bir politik ve iktisadi olgu haline geldi. Bu aşama, aynı zamanda söz konusu sömürge ülkelerde de kapitalizmin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaştığı aşamadır.
Bu aşamadan sonra iktisadi evrim, işbirlikçi tekelciliğin hakim olduğu bir yapıya evrildi. Bu, “yeni sömürgecilik” veya “bağımlılık” ilişkisi dediğimiz aşamadır. Böylece eski sömürgelerin hemen tamamı, tekrar hatırlatmış olalım ki güçlü ulusal kurtuluş mücadelelerinin de belirgin etkisiyle, görünüşte siyasal bağımsızlığına kavuştu, egemen ülkeler haline geldi. Ama gerçekte bunların pek azı, kapitalist zincirin dışına çıkarak gerçek bağımsızlığa kavuştu. Geri kalanları görüntüdeki siyasal bağımsızlığa karşın iktisadi, mali ve askeri olarak emperyalist ülkelere tamamen bağımlıydı.
Emperyalist ülkeler, eski sömürgecilik döneminde atadıkları genel valiler üzerinden doğrudan yönlendirirdi pek çok şeyi. Bağımlılık ilişkileri dönemindeyse bu doğrudan atama kısmı ortadan kalktı. Ama söz konusu ülkeler iktisadi, mali ve askeri açılardan öyle çözülmez bağlarla bağlanmıştı ki emperyalist ülkelere, onların istediklerini yerine getirmeyen hiçbir hükümetin ayakta kalma şansı olmadığı gibi, ülke ekonomisinin de kapitalist biçim altında sürdürülmesinin imkanı yoktu. Emperyalist ülkeler bin bir türlü araçla bağımlı ülkeye boyun eğdirmesini bilirdi. Bağımlı ülkenin toplumsal dinamikleri bu ilişkiyi zorladığı noktalarda ise askeri darbeler, gerici iç savaşlar ve hatta doğrudan askeri işgaller devreye giriyordu. Sözün özü, emperyalist ülke her defasında bağımlı ülkeye boyun eğdirir. Bu, neredeyse yasa kesinliğinde bir kuraldır.
Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği, ama özellikle son 10 yıllık diliminde, bağımlı ülke ekonomileri, dünya kapitalizminin geldiği aşama gereği, doğrudan emperyalist ülke ekonomilerinin bir uzantısına dönüşmeye başladı. Bu artık “tam ilhak süreci”dir. İktisadi yapı artık küresel ölçekte biçimlenir. Dünyanın dev tekelleri tüm yerküreyi kapsayan üretim-dolaşım ağına hükmeder. Bağımlı ülke siyaseti, “sürtünme kuvveti” olabilecek her yasayı ortadan kaldırma, her tesisi “satma”, iktisadi dönüşümü yasal güvenceye alma ile yükümlüdür. Bu dönemde, bizde Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi, “modern genel valiler” bile atanır. Bağımlı ülkenin kölelik zinciri daha fazla sıkılaştırılır.
Bu genel doğruları özet olarak aktarıyoruz. Zira siyasal alanda, çoğu zaman salt görüntüden ibaret olan, ama dönem dönem geçici bir “derinlik” kazanan karşıt çıkışlar gündeme geldiğinde, tıpkı “bizim” dinci faşist iktidarın hamlelerinde olduğu gibi, hemen görüntünün yanılsamasına kapılıp Türkiye (ve onun gibi) ülkelere olmadık anlam ve misyonlar yükleyen bir kesim var.
Dinci faşist iktidar, savaş çığırtkanlığı yaparak attığı adımların hemen hepsini, genel olarak başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistlerin bilgisi ve onayı, hatta çoğu yerde aktif destek ve yönlendirmesi doğrultusunda attı. Suriye, bu konuda başlı başına bir örnektir. Kuşkusuz bunlar basit ve tek yanlı süreçler değil. Ya da emir-komuta zinciri gibi bir işleyiş, genel kural olarak, yok. Ama altta yatan asıl öz, asıl işleyiş, emperyalizmin doğrudan destek ve yönlendirmesi doğrultusunda gelişir. Bu genel kuralın dışına çıkıldığı durumlarda, sorunun özgüllüğüne bağlı olarak, şu üç şeyden biri olur: 1-Konu, emperyalistler arası ilişkilerde bir “gözenek”e denk gelmiştir, bağımlı ülkenin bu “hareket serbestisi”ne göz yumulur; 2-Bağımlı ülke haddini aşmıştır, “kulağı çekilir” ve “tatlılıkla” hizaya getirilir, ki bunu yapabilecek sayısız araca sahiptir emperyalistler; 3-Bağımlı ülke bu “sınır aşma” konusunda ayak diretir, devreye zorlayıcı araçlar ve hatta zor araçları girer. Bu her üç durumun da sayısız örneği yakın tarihte mevcuttur.
Gelelim “bizim” dinci faşist iktidara, “yeni fatihlerimize”!.. Önce bir şeyin altını çizelim. Bugün dinci faşist iktidarın dile getirdiklerinin (ve kimi girişimlerinin) onda birini yapan bir ülke düşünün bu “bağımlılık zincirinin” biraz dışında kalan. Derhal emperyalist-kapitalist dünyanın amansız yaptırımlarına mazhar olur. Alabildiğine saldırgan bir karşılık alır o söz konusu ülke. Ankara ise belirli oranlarda tüm bu “düşmanlıklardan” bağışık bir durumda. Bunun bir sebebi olmalı.
Sebebi var. İkisini söyleyelim mesela. Birincisi, özel olarak dinci faşist iktidarın, genel olarak Türk tekelci kapitalist sisteminin, emperyalistler açısından “our boys” oluşlarıdır. Emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının en önemli koruyucularından biridir. Bir karşı-devrim merkezidir. İkincisi, görünürde çelişik ve çatışmalı olan adımların büyük bir kısmının, gerçekte emperyalistlerin destek, onay ve yönlendirmesine dayanıyor oluşudur.
Böyle olmadığı noktada ne olur? Bunun en taze yanıtı, “Doğu Akdeniz gerilimi”nde verilidir. AB’nin salt “yaptırım sopası” lafını etmesi, bizim bu “yeni fatihlerimizin” pupa yelken Antalya’ya demirlemesi için yetmiştir. Fazlasını merak eden, bugün RTE’nin AB liderlerine yazdığı Doğu Akdeniz mektubuna bakabilirler. Emperyalistler her zaman bağımlı ülkelere boyun eğdirirler. Kural olan budur.