Kişinin hastalık derecesinde bir megalomani ile kendine olmadık nitelikler atfetmesi, kendi ulviyetinden kendi başının dönmesi, siyaset sahnesinde sıkça görülen durumdur. Kendini peygamber ilan edenler de, dünyanın kurtarıcısı olarak görenler de mevcuttur.
Kişisel olduğu ölçüde çeşitli hastalıklar kategorisinde incelenmesi gereken bir durumdan fazlasını ifade etmez. Asıl mesele, başkalarının da buna inanmaya başlamasıdır. Zira burada artık iş tamamıyla toplumsal bir olgu haline gelmiş olup, toplumsal ilişkiler alanında ele alınmak zorundadır.
Bu “başkaları”nın bir bölümü, işi zaten bir kurbağayı patlatacak denli şişirmekle görevli zevattır ki, bunlar AKP ve genel olarak Saray çevresindeki PR ekibidir; çapı ve gücü sınırlı birini “asrın dünya lideri” (hatta “Allah’ın kimi vasıflarını taşıyan” biri) olarak, önce kişinin kendisine sonra da topluma pazarlamaktır işleri. Nitekim bu “overdose” şişirme, hemen her kritik yüzleşmede bir çırpıda sönüp gitmektedir. Uluslararası politikanın son dönemi bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Halk yığınları arasında bu propagandadan etkilenip, “liderin” her hareketinde bir keramet aramaya koyulan çokça insan vardır. Her ne kadar yaşamın katı gerçekliğinin öğreticiliği ile sayıları sürekli azalıyor olsa da...
Asıl sorun, bu “reklam ekibi”nin şişirmelerinin saçmalığını bilen, gören, bunu reddeden, ama olayları çözümlerken yine de dönüp dönüp bu aynı kısır ağaca bel bağlayanlarda. RTE’yi ve onun “liderlik kapasitesini” yerden yere vuran pek geniş bir kesim, gelişmeleri yine onun kişisel eğilim ve hırslarıyla açıklamaya girişiyor. Hatta geçtik Türkiye’nin hamlelerini, Merkel ve Trump’ın adımlarını bile bununla izaha kalkışıyor!
İnsan RTE’nin NATO toplantısı döneminde düzenlenen dörtlü zirveyi anlatırken kameralar karşısında söylediği “İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım dörtlü zirve yaptık” incisini hatırlamadan edemiyor! O dönem “şahsım cumhuriyeti” diye az dalga geçilmedi kendisiyle. Ama RTE ne yapsın! Koca koca isimler gazetelere “Erdoğan’ın Merkel ve Trump üzerindeki etkisi” üzerine yazıp çiziyorlar. Hele Bolton’ın “Erdoğan’ın Trump’ı her defasında nasıl ikna ettiğini anlayamıyorum” türünden güzide açıklamalarını görünce, insan kendi yüceliğinden sarhoş olmaz da ne yapar!
Tarihte, haliyle toplumsal yapıda, bireylerin rolü yok mudur? Elbette vardır. Hem de son derece aktif bir şekilde rol oynar birey. Ama... tarih ve tarihsel olaylar, o birey ister Napolyon olsun ister bir başkası, bireyin eğilim ve arzuları üzerinden açıklanmaz. Eğer tarih açıklanacaksa, her şeyden önce “Napolyon olmak” açıklanmak durumundadır. Yani onu yaratan, oraya taşıyan, ona etkin olma gücünü veren ilişkilerdir mesele. Bu yapılmadan “iktidar piramidinin” tepesine çıkmış biri üzerinden dönem tahlili boş bir çabadan ibarettir. Bu birinci nokta.
İkinci nokta, bizzat iktidar ile ilgili. İktidar dediğiniz de özünde bir toplumsal ilişkidir. Çok yönlü bir ilişki. Onu salt teknik aygıt düzeyinde ele alıp, o aygıtta yer tutanların özellikleri üzerinden gelişmeleri yorumlamak inanılmaz bir sığlıktır. Aksi halde buyurun şu “Tayyip Yunan gemisinin batırılmasını istedi, generaller reddetti” haberini çözümleyin bakalım! Varılacak sonuç, Saray, seçim için savaş çıkarmak istedi ama generaller reddetti türünden bir zavallılığı aşmaz. Ki bu da, ünlü “tek adam” ve “Saray faşizmi”ni bir çırpıda boşluğa düşürür, o da ayrı mesele.
Bir iktidar, ayakları havada boşluğa doğmayacağına göre, tarihin gördüğü bu en yoz, çürümüş, en cahil, en kaba, en hodbin, en gaddar... iktidar, hangi “toplumsal ihtiyaçtan” doğdu? İktidar, sermaye sınıfının iktidarı olduğuna göre, bahsettiğimiz ihtiyaç, o sınıfın egemenliğini ilgilendiren ihtiyaçtır. Bu temel noktaları atlayıp ayrıntılar üzerine yazıp çizmek, sorunu anlamamak demek.
Kuşkusuz o ayrıntılarda bahsedilen şeylerin pek çoğu doğrudur. Tüm bunlar olgunun gelişiminde çeşitli düzeylerde etkenlerdir. Ama asıl nokta, sermaye sınıfının egemenliğinin sürdürülme biçimi sorunudur. Uzun süredir dikkatleri çektiğimiz o temel nokta, sermaye egemenliğini tehdit eden devrim belasından kurtulma istek ve arzusudur.
Her tekil olayda pek çok neden/etken sıralamak mümkün. Ama emperyalist güçler istikrarlı bir şekilde dinci faşist iktidarı destekliyorlarsa, burada, tekil olaylarda karşımıza çıkan “raslansal” etkenlerden daha fazlası var demektir. Hele hele Almanya’nın ve genel olarak Avrupa’nın dinci çeteler üzerinden tehdit edilmek suretiyle (açık şantaj) Merkel’in desteğinin alındığı türünden çıkarımlar aşırı tek yanlıdır.
İşin özü özeti şu. Türk tekelci sermayesi de, genel olarak emperyalistler de dinci faşist iktidarda, devrime karşı verilen mücadelede belirli bir kitle gücüne ulaşan, cehaleti oranında kıyıcılığı büyük bir vurucu güç görüyorlar. Erdoğan'ın “Merkel ve Trump üzerindeki sihirli etkisi” tastamam buradadır. İlişkiler pürüzsüz değil elbette. İnişli çıkışlı, gerilimli, çatışmalı yürüyor. Fakat sonu sonuna burada altını çizdiğimiz ana eksene bağlı olarak yürüyor. Bu ana eksen anlaşılmazsa, her olaydaki çelişki ve gerilimlere bakarak farklı noktalara savrulmak, farklı beklentiler içine girmek kaçınılmazdır.