21 yaşında gencecik bir kadın. Dersim’de öğrenci. 249 gündür kayıp. Bir polisin oğlu üzerinde yoğun şüpheler var. Hatta o polis ailesinin tümüne dair...
Genç kadının ailesi yalnızca kızlarını bulmak, en azından akıbetini öğrenmek istiyor. Siyasal hiçbir söylemde bulunmuyorlar. Bakanla da görüşüyorlar, dertlerini anlatıyorlar. 249 gündür bir sonuç yok.
Gülistan’dan bahsediyoruz.
249 gündür genç kadını bulamayan, akıbetini aydınlatamayan, ülkenin dört bir yanında her gün onlarca insanı gözaltına alıp zindanlara tıkarken bir “polis çocuğunu” en azından doğru düzgün sorgulayamayan koca devlet, Gülistan’ın annesini ve ablasını tartaklayarak gözaltına alıyor.
Abla Aygül Doku isyan ediyor duruma: “Bir anne kızının kemiklerini istiyor kemiklerini... Benim ailem bunu yapınca polis memurları burada toplandı. Önce barikatlar kuruldu, daha sonra annemi, daha önce iki defa kalp krizi geçiren annemi yaka paça buradan götürmeye çalıştılar. Annemin başında beyaz tülbenti kalmamıştı. Çekiştire çekiştire götürüyorlardı. Ben de buna itiraz ettim. Yaklaşık 8-9 polis kollarımdan kavrayarak beni götürdüler. Ben itiraz ettim. Ben katil değilim, ben tecavüzcü değilim, ben kardeşini kaybeden bir ablayım dedim. O sırada kadın polis memuru sırtımı tekmeleyerek, ‘Aygül’e kelepçe takın’ dedi. Ardından sırtıma tekme atmaya devam etti. O tekme sadece bana atılmadı. O tekmeler adalete, hukuka, Türkiye’nin vicdanına atıldı”
Polis eylem yapma kararı veren aileye karşı sert. Birileri onlarla konuşmaya kalksa, bir röportaj yapmak isteyen olsa, üç polis kamerası aynı anda kayda başlıyor. Polislerin tabiriyle “emir yukardan”!
Her vakayı adiye dönüp dolaşıp politik bir muhtevaya kavuşuyor, daha doğrusu üstündeki “sıradanlık tülü” bir çırpıda sökülüp atılıyor ve politik özü açığa çıkıyor. Ya da başka şekilde ifade edelim. Çürüyen sistem, her tür sıradan suçluyu bir mıknatıs gibi politik iktidar aygıtına çekiyor. Aklınıza gelebilecek her türden sıradan suç ve suçlu, karmaşık bir ilişkiler ağı ile devlet ve iktidara bağlanıyor. Ve böylece sıradan bir vaka denebilecek olaylar bir yerinden devletle ve oradan geçerek politik iktidarla irtibatlanıyor. Kimi zaman bir “mühim partili” kişinin yakını olması sebebiyle (Eynesil/Rabia Naz), kimi zaman doğrudan kişinin siyasi kimliğiyle (Nadira Kadirova cinayeti), kimi zaman devletin en has adamının aile efradı olmasıyla (Elazığ/ Yeldana Kahraman)... Sıradan bir suç en üst düzeyde siyasi bir içerik taşır hale geliyor.
Ama işin böylesine “yüksek katlara” doğrudan bağlanmadığı olaylar da doğrudan siyasallaşıyor. Tıpkı Gülistan Doku olayında olduğu gibi.
Her şeyden önce kadınlar... öldürülmekten, şiddete uğramaktan, sürekli baskı altında tutulmaktan, ayrımcılığa uğramaktan dolayı isyan eden kadınlar, Gülistan’ı ve vakayı doğrudan sahiplenmekle devlet için hiç istenmeyen bir şekilde “politikleştirdiler” bu olayı. Sadece kadınlar değil, tüm devrimci demokrat kamuoyu, ısrarla, inatla “Gülistan Doku nerede” diye sormaktan vazgeçmedi. Gülistan’ın ailesi, biraz da bu atmosferden güç alarak kızları için eylem yapmaya koyuldu. “Koca devleti” karşısına almak, ancak böylesine bir toplumsal dayanışmayla mümkün oluyor çünkü.
Bu tür bir bağ oluşmasaydı bile, devletin tutumu farklı olmazdı eylem yapan aileye karşı. Çünkü korkuyorlar. Öylesine yoğun acılar birikti, öfke öylesine büyüdü ki, bunun patlamasından korkuyorlar. En sıradan, basit, naif bir olayın, toplumun genel vicdanına küçük bir dokunuş yapabileceğinden, bunun da adeta bir katarsis etkisi yaratabileceğinden korkuyorlar. Sermaye düzeni ve dinci faşist iktidar için her sıradan eylem, her küçük itiraz, her “makul hak talebi” bir başkaldırı adımıdır mevcut koşullarda. Görüyorlar, hissediyorlar, biliyorlar. Her şey politik. Ve her küçük karşı çıkış, büyük isyanların tetikleyicisi.