Kendi yurttaşı olduğun ülkede göçmen olmak... Kürt işçilerin on yıllardır bitmeyen çilesidir bu. “Yabancı düşmanlığı” bu ülkede en çok Kürtleri hedef alır.
İliklerine kadar ırkçı olan bu düzen, bu zehirli atmosferde itinayla biçimlendirdiği “vatandaşları”nı her fırsatta salar düşman bellenenlerin üzerine. Kimi zaman bir devrimcinin cenazesi ve yakınları olur bu “vatandaşların” hedefinde, kimi zaman toprağından kopup büyük şehirlere göç etmiş Kürt yoksullar; kimi zaman da çeşitli gerekçelerle ülkesini terkedip umut yolculuğuna çıkmış bir Afrikalı, Afgan, Arap, her hangi bir göçmen. Ama özellikle her hasat dönemi yollara düşen mevsimlik tarım işçisi olarak Kürtler, en vahşi saldırıların hedefi olur her sene.
Sakarya'ya fındık toplamaya giden Kürt işçiler bir linç saldırısına maruz kaldı. Köylülerin desteğiyle saldıran ise patrondan başkası değil. Mardin Mazıdağı’dan gelen işçiler ise saldırı sonrası eşyalarını toplayarak memleketlerine doğru yola çıktı.
Geçim derdine bin kilometreden fazla yolu aşıp gelen işçiler, patronun ağır hakaretlerine katlanmayı kabul etmeyip işi bırakınca sopalarla saldırıya uğradılar. İşçilerden biri şunları anlatıyor: “Biz sabah çalışmak için bahçeye gittik. İşveren gelip, ‘köpek sürüsü’ diye laf söyledi. Bunun üzerine bahçeden çıktık. Bunun üzerine bize saldırdılar. 8 kişi 3 kişiye sopalarla saldırdı. ‘Siz burayı memleketiniz mi sandınız burası bizim’ diye tehdit ettiler.”
Öyle ya, “burası bizim”! İşte sihirli sözcük bu.
Diğer tarafta dağı taşı bombalanan, ormanları yakılan, yaylaya çıkması engellenen, ambargolarla beli bükülen, dili üniversite kürsülerinde bile yasaklanan “bu ülkenin yurttaşı” olarak Kürt işçiler, yoksul köylüler, hem kendi topraklarından hem “yurttaşı” oldukları ülkenin çeşitli parçalarından sürülüp atılmanın şaşkınlığı, çaresizliği ve öfkesiyle oradan oraya savrulup duruyorlar.
İşçi ile patron, emek ile sermaye ilişkisi bile “burası bizim” ve “memleketinize gidin” ile sarmalanmış durumda. Ve çoğu yerde kendilerinden olanlara saldırıyor düşüncesizce “burası bizim” diye haykıranlar. Kendileri gibi işçi olanlara. Emeğinden başka hiçbir şeyi olmayanlara... Irkçılıkla, şovenizmle alabildiğine zehirlenmiş bu ortamda, çıkarı bir, geleceği bir, umutları bir olan sınıf kardeşlerine karşı kendilerini ezen patronlarla, patronların düzeniyle birlik oluyorlar, ne acı.
Oysa buradaki işçiyi böylesine yokluğa iten bu düzen, “burası bizim” diye horlanan Kürtlerin ezilmesinden alıyor gücünü. Çeşitli ulusal topluluk emekçilerinin boyunduruk altında tutulmasından besleniyor bu düzen. İliklerine kadar işleyen yabancı düşmanlığının sağladığı körleştirici etkiyle duruyor ayakta.
Tam da bu yüzden başkalarının ezilmesi üzerine yükselen bir yapının üyeleri olarak ezen ulus işçileri kendi kölelik zincirini güçlendirmekten başka bir şey yapmaz “burası bizim” deyip durmakla.
“Burası bizim” değil. Tıpkı orasının onların olmaması gibi. Burası da, orası da... toprağın, fabrikaların, nakliye araçlarının, bilumum üretim araçlarının sahibi olanların. Burası da, orası da bir avuç sermayedarın. Onlar devrilmedikçe bizim olmayacak hiçbiri. Onlar devrildiğinde ise, bizim olmasına gerek olmayacak zaten. Yeryüzü kardeşliğinin özgür toprakları olacak her yer.