Sel, yangın, deprem... tüm bunlar “işin fıtratında var”! Evet tüm bunlar, kapitalizmin “fıtratında var”! Sistemin genetik yapısı, temel işleyiş yasaları bütün bu felaketleri, doğal olmaktan çıkartıyor, sistemin organik bir bütünü haline getiriyor.
Kimse belli başlı “gelişmiş kapitalist ülkeler” edebiyatı yapmasın. O “gelişmiş kapitalist ülkeler”in istisnasız hepsinin bir bütün olarak geçmişi, tam bir doğa yıkımıdır, çevre felaketidir. Şimdi bu ülkeler, birer emperyalist ülke olarak, dünyanın geri kalan bölgelerinin coğrafyasını tüketmekle meşguller. Kendi topraklarında sivrisinek ilaçlamasını yasaklayan Kanada’nın altın tekelleri, siyanürle güzelim Kazdağı’nı yokeder; “kuzeyin incisi” İsveç’in İKEA’sı Amazonlar’ın katlinde baş rol oynar; Hollanda Endonezya’da dağları “tıraş eder”, getirip dolgu olarak kullanır, orman yapar; kendi topraklarında kılı kırk yaran çevre düzenlemeleriyle meşhur Almanya, İsviçre vb. çöp dağlarını bağımlı ülkelere gönderir... Say say bitmez!
Sonuçta tüm işleyiş mekanizması “kâr”a endeksli olan bir sistem olarak kapitalizm, “gölgesini satamadığı ağacı keser” ve adım adım dünyayı yaşanmaz hale getirir.
Kapitalizmin en sancılı, en ağır geliştiği alan, toprak mülkiyeti olmuştur dünyanın büyük kısmında. İnsanlığın tüm geçmiş belleğinde kolektif kullanım aracı olarak toprak, su kaynakları, özel mülkiyete en çok direnilen alanlar olmuştur. Bu durum “gelişmiş kapitalist ülkelerde” bile böyle olmuşken, özel mülkiyetin klasik anlamda gelişmediği coğrafyalarda çok daha geçerlidir. Rosa, ekonomi derslerinde, İngilizler’in Pakistan’da (eski Hindistan) bu alanda yaşadığı zorluklara özellikle dikkat çeker. İnsan topluluklarının kolektif kullanımına tahsis edilmiş toprak ve doğal kaynakların kapitalist iktisada kazandırılması için önce bir sahibinin olması gerek. Bir özel mülkiyet gerek. Ama dünyanın büyük bir kısmında bu, Avrupa’daki anlamıyla özel mülk edinme, hemen hiç ortaya çıkmamış durumdadır. Bu yüzden iktisat dışı zor ile el ele yürümüştür çok geniş alanlarda yeryüzünün özel mülke geçirilmesi.1 Çatışmalı, mücadele dolu, acılarla yüklü bir tarihtir.
Kapitalizmin gelişiminin belli bir aşamasından sonra her tür doğal kaynaklar, insan topluluklarının her tür yaşamsal kaynağı önce metaya, daha sonra sermayeye dönüştürüldü. Su kaynakları emperyalist tekellere peşkeş çekildi sıra sıra. Latinleri boydan boya kesen “su ayaklanmaları”, bu kapitalist adıma insanlığın kolektif belleğinin verdiği yanıttır aslında. Sonuçta tüm doğa, bütün doğal kaynaklar, aklınıza gelebilecek her şey, borsada birer hisse senedi paketinin içine eklenerek “menkul değer” haline getirildi, alınıp satıldı. Tarımsal alan, arazi parçası, göl, gölet, akarsu...
Bu korkunç talanın sonuçları, her adımda karşımıza çıkan “doğal felaketler”dir işte. Küresel ısınmadan buzulların erimesine, iklim değişimine, doğal popülasyonların altüst oluşuna, kuraklık ve sellere, depremlere...
Kapitalist toplum, kapitalist üretim biçimi, doğa ile uzlaşmaz bir karşıtlık içinde. İşin özü, kapitalizm kendi kendini sürekli tahrip eden bir sistem olarak, içinde devindiği toplumu, toplumsal dokuyu ve doğayı da tahrip eder sürekli. Kesintisiz bir tahrip sürecidir bu. Doğanın bir parçası olan ama aynı zamanda doğa ile mücadele halinde olan bir tür olarak insan, kapitalizm aşamasında, doğayla uzlaşmaz bir savaşa giren bir türe dönüşmüştür. Bu haliyle doğayı, ve bir tür olarak doğa dışında var olamayacağı için kendisini yok olmaya sürükler. Oysa bizzat kapitalizmin devasa sıçramalar yarattığı üretici güçler, doğayla uyum içinde muazzam bir uygarlık yaratabilecek imkanlar sağlamış durumda. Ama bu imkanları bu (toplumsal) biçim içinde kullanmak mümkün değil. Çözüm gücünün doğduğu bir aşamada kapitalist kabuk, çözümü engellediği gibi, toplumu ve doğayı geri dönüşsüz bir yıkıma sürüklüyor.
İki gün önce sel felaketi ile sarsılan Giresun’da il genelinde 56 hidroelektrik santral projesi (HES) var. tüm Karadeniz bölgesi, bölgenin bütün dereleri “satılmış” durumda enerji şirketlerine. “Dereyi unutsunlar. Vicdanı olan dereyi unutsun. O, satılacak varlık değildir. Sofraya gelen bütün [her şey] o suya bağlıdır. Onu yiyoruz, onu içiyoruz.” Hidroelektrik santrali için dere 49 yıllığına satıldığında isyan eden Karadeniz ahalisinden bir “bilge ana” böyle haykırıyor o tatlı Karadeniz ağzıyla. Ama dereler satılıyor, dere yatakları binalarla dolduruluyor. Sellere, toprak kaymalarına niye şaşıyoruz ki!
Doğa ana son uyarılarını yapıyor: Ya sorunu çözün (sorunun kaynağı olan toplumsal sistemi yok edin) ya da tür olarak yok olun!
1Kuşkusuz meta ekonomisine -metaya- içkin eğilim ve yasallıklar temelinde gelişen bir “dışsal öge” olarak kullanılan “zor” söz konusudur burada.