Dünyamızın geleceği nasıl olacak? Küreselleşme devam edecek mi? Uluslar içlerine mi dönecek? Keynesyen politikalara mı döneriz? ABD’nin yerini Çin alacak mı? Piyasacı ekol (neo-liberalizm) dönemi kapanıyor mu? Doğaya daha duyarlı kamusal yönü ağır basan bir döneme mi giriyoruz?

Sorular, sorular... Ve hiç olmadık insanlardan “sağ partilerin devri kapandı, şimdi sol partilerin devri” yorumları. Üstelik sadece bizde, bizim kamuoyuna yönelik değil, tüm dünyada sürüyor benzer tartışmalar.

Bu tartışmaların çok büyük bir bölümünün temel bir kusuru var. Bilinçli bir şekilde veya farkına varmadan, hemen hepsi değerlendirmeyi verili referans düzlemini hiç değiştirmeden, o temellere dayanarak yapıyor.

Şöyle: Tüm bu değerlendirme yapanlar açısından sermaye egemenliğinin olduğu sistem, yani kapitalist sistem, verili ve değişmez bir önkabuldür. Haliyle sorulan sorulara yönelik tüm yanıt bulma çabaları bu sistem çerçevesinde yapılıyor.

Bu yaklaşımın özü, verili gerçekliği, onun dinamiklerine bakmaksızın, statik olarak ele almak, ve bu temele dayanarak bir “gözlemci” tarzında durum muhakemesi yürütmektir. Kargadan başka kuş, sermaye düzeninden başka bir düzen tanımayan bir bakış! Tarihi ve toplumu gerçekten çok tuhaf bir ele alma biçimi!

Tarih nedir? Bir toplum biçimi, bir üretim düzeni neyi ifade eder? Toplum nedir?

Sanıyorlar ki; toplum dediğiniz insanlar toplamıdır! Renksiz, kokusuz, tepkisiz... Gerçekten çocukça ama aslında yapılan o koca koca değerlendirmeler aşağı yukarı bu sığlıkta!

Her şey basit rakamlardan mürekkep! Dış ticaret hacmi, cari açık, yıllık büyüme... Küçülen ekonomiler, inen ve çıkan borsa, şişen ve patlayan balonlar... Salgın eş zamanlı tam bir kilitlenme yarattı ya dünya ölçeğinde... Tedarik zincirleri koptu, üretim aksadı, ticaret duraladı... E? Sonra sağlık sistemlerinin özelleştirilmiş olmasının getirdiği sorunlar açığa çıktı... E? Bu yüzden salgından sonra bu alanlarda kamu denetimi, kamu mülkiyeti, devletçi uygulamalar öne çıkacak... Başka? Üretimin parçalarının küresel ölçekte dağılması, yani küresel bir tedarik zincirine bağımlı hale getirilmesinin yarattığı riskler de görüldü, bu nedenle daha ulusal ölçekte üretim birimleri kurulacak...

İyi ama bu hale gelmesi maliyet hesapları ve kar oranları yüzünden değil miydi? Tüm kapitalist hükümetleri ve bilumum düşün insanlarını şevkle bu tartışmalara sevkeden, “küresel köy”ü yaratan bizzat sermaye dediğimiz ilişkinin gerekleri değil miydi? Aynı gerekler, aynı mekanizma, aynı ihtiyaçlar duruyorken neden farklı bir sonuç doğsun? Eğer bu işi belirleyen o ise, onun ihtiyaçları ise, durup dururken neden değişsin? Yoksa dilinizin altında başka baklalar var da ifade mi etmiyorsunuz? Hani geniş yığınların istem ve iradeleri türünden?

Şu halde bu tartışmayı sermaye cephesinden yürütenler olarak pek de “gözlemci” sayılmazsınız. Daha ziyade “gizlemeci” gibi görünüyor yaklaşımlarınız.

Toplum, onun bağrında bulunan insanlar arasındaki ilişkilerin toplamının ifadesidir. Basit, kuru bir kalabalık değil. Yaşayan, hareket eden, yaşamını sürdürmek için tüm geri kalanlarla karmaşık ilişkilere giren bireylerin bu ilişkilerinin toplam özetidir. Ve iktisadi her kavram ve kategori bir toplumsal ilişkidir.

Adına sermaye dediğimiz şey, ne paradır, ne fabrika, ne gemi, ne makine, ne mal/meta... tüm bu elbiselere ve burada sayamadığımız daha pek çok biçimlere giren bir toplumsal ilişkidir. İnsan emeğinin ücretli forma girmesini şart koşarak onu bir meta haline ve kar kaynağı (artı-değer) haline getiren, bu temel üzerinde gelişerek son derece kompleks yapılar oluşturan bir toplumsal ilişkidir sermaye. Bu nedenle de genetik olarak, “varoluşsal bir şekilde” emekçi ile kapitalistin karşıtlığı üzerinde yükselen bir ilişkidir. Toplumun olası evrimi, yönelimi, gelişimi... bu temel yok sayılarak nasıl anlaşılabilir?

Sermaye dünyasının düşün insanları bilerek, farkında olarak, gerçekleri çarpıtmak için bu temel noktayı es geçiyorlar. Tüm yaptıkları sorunları sermaye sınıfı adına, onun egemenliğinin devamı adına analiz etmek ve çıkış önerileri hazırlamak. Yaptıkları gelecek tasavvurunun özü budur.

Bizim cenaha gelince... Bağışlanmaz bir dar kafalılık yaygın. Devasa bir kriz var. Bu kriz salgından önce vardı. Salgın hem krizi çırılçıplak herkes tarafından görünür hale getirdi, hem de krizin etki ve çapını görülmedik boyutlara taşıdı. “1929’a rahmet okutacak bir kriz” söylemleri bizzat burjuva dünyadan yükseliyor. Öylesine yıkıcı, sarsıcı. Ama bizim cenahın entelektüelleri ve siyasal aktörleri, inatla kapitalizmin kriz aşma yeteneğine vurgu (hatta çoğu zaman övgü) yapıp duruyorlar. Verili koşullardan düzeni aşmak için nasıl yararlanırız... sorusu çoktan yitip gitmiş. Yok böyle bir düşünceleri. Gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi bu devasa kriz adeta hareketsiz bıraktı hepsini. Tüm düşünme yetileri silinip gitmiş. Neredeyse kapitalizmin yıkılmazlığı üzerine yeminler edecekler! Sınıfın, siyasal örgütlenmelerin yetersizlikleri üzerine kesintisiz konuşup duruyorlar. Yine salt gözlemci rolüyle tabii!..

Kuşkusuz bunda sermaye fikir dünyasının onlar üzerindeki hegemonyasının rolü var. Yığınlara, işçi sınıfına güvenmeme; tüm değiştirme yeteneğini kitlesel atılıma ve kolektif dehaya değil entelektüel düzeye bağlama aydın hastalığı... Basit bir izleyici/gözlemci gibi olaylara dair fikir oluşturmaya çalışıyorlar. Oysa tam da şimdi, bugün, bu devasa krizin ortasında, tam da yüz milyonlarca işçi, yoksul emekçi uçuruma sürükleniyorken, o yüz milyonların özlem, istem ve istencine dayanmak, o kolektif dehanın önünü açmak gerekiyor.

Sanki bu devasa emek okyanusunun hiçbir irade ve etkinliği yokmuş gibi kapitalist temeli değişmez kabul edip gelecek tasavvuru yaparsanız, burjuva ideologlarından farklı bir sonuca ulaşmayı nasıl bekleyebilirsiniz?

Salgından sonra dünya nasıl olacak? Bu soruya devrimci tarzda yanıt vermek istiyorsanız, önce kapitalist sistemi referans düzlemi olarak almaktan vazgeçmelisiniz. Salgından sonra dünya ne distopik saçmalıklara benzeyecek, ne “ehlileştirilmiş” kapitalizme... Kendini bu hale getiren sermaye denen prangadan kurtulmuş bir dünya olacak. Biz de bu geleceğin imkan ve araçlarını, bizzat toplumsal ilişkilerden süzülüp gelen bu gelecek tasavvurunu tüm açıklığıyla işçi ve emekçilere bıkmadan usanmadan anlatacağız.

Sinan KALELİ

09.04.2020