Borsalar için 9 Mart günü yine bir “Kara Pazartesi” idi. Yaygın tabirle bütün borsalar çakıldı. Ve art arda “sigortalar” devreye girdi, işlemler durduruldu. Pazartesi ve sonrasında borsalar çöküş yaşadı: ABD %10, Kanada %12, Fransa %12, Almanya %12, İtalya %17, İspanya %14, Japonya %10, kapitalist Kore %8, Rusya %15, Avustralya %7, Yeni Zelanda %8...
20 Ocak’tan bu yana tam 17 trilyon dolar buharlaştı. Oran ve miktar açısından sermaye kayıp/imha hızı 2008 krizini aşmış durumda.
Tam da bu dönemde Suudi Arabistan (OPEC) ve Rusya arasında patlak veren petrol savaşı fiyatları hızla düşürmeye başladı. Rusya’nın, petrol fiyatları varil başına 15-20 dolara düşerse petrol üretimini sürdürebilecek tek ülke olduğu belirtildi. Bu düşüş herkesten çok ABD’li kaya petrolü üreticileri için yıkıcı. Zira 50 doların altındaki fiyat, üretim maliyetini karşılamıyor. BP hisseleri %20’ye yakın, Shell %18, Chevron (ABD) %14, Total (Fransa) %17 değer yitirdi. Enerji sektörü dibi görmüş durumda.
Salgınla birlikte turizm, uluslararası taşımacılık ve ulaşım sekteye uğradı. Turizm sektöründe iptal oranları %80’e ulaştı. İşletmeler, eğlence merkezleri, gastronomi sektörü, mağazalar... bir bir karantina kapsamına alındı. Böylece virüs salgını, petrol savaşı, karantinalar derken, dört başı mamur bir kriz patlak vermiş oldu.
Ekonomide her şey yolunda olsaydı bile bu salgın tek başına kapitalist ekonomiyi derinden sarsar, altüst ederdi. Mamul, yarı-mamul ve hammadde tedarik zincirinde aksamalara yol açacağı için, en başta maliyetler olmak üzere sorunlar yaratırdı. Tüketicilerin hızla eve kapanmaları yüzünden satışlarda dramatik düşüşler gerçekleşir, karın gerçekleşmesini zora sokar, geriye doğru ödemeler zincirini kopararak bir krizi tetikleyebilirdi. Taşımacılık, turizm, eğlence ve gastronomi gibi alanlarda yaratacağı yıkımlar üzerinden geriye doğru yine bütün bir ekonomiyi sarsacak bir krizi tetikleyebilirdi. Evet, kapitalist ekonomi görece sorunsuz bir döneminde bile olsa bu salgın onu onulmaz bir krize yuvarlayabilirdi. Ama... Kapitalist dünya ekonomisi zaten bir durgunluk sürecindeydi. Kimilerine göre 2012’den sonra, kimilerine göre 2015’ten sonra çıkmaya başladığı, kimilerine göreyse hiç çıkamadığı, 2008 krizini aratmayacak bir döneme girmişti. Emperyalist ülke Merkez Bankaları’nın hiçbir önlemi işe yaramamış, o dönem günü kurtarma adına piyasaya pompaladıkları paralar, işe yaramak bir yana, artık sorun haline gelmiş, yeni para arzı ve faiz silahı etkisini tümden yitirmiş, resesyon ufukta belirmişti. Salgından çok önce “batıyoruz” çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Salgın hem mevcut krizin üstündeki örtüyü kaldırdı, hem onun etki ve çapını görülmedik hızla büyüttü. Krizi kelimenin gerçek anlamında kapitalist uygarlık krizi haline döndürdü.
Krizler kapitalist üretime içkindir. Hatta Marx, daha işin başında, metanın tahlilinde, doğrudan trampanın yerini alış ve satış süreçlerinin ayrışmasının aldığı an, yani paranın devreye girmesiyle birlikte, gerilim ve potansiyel krizin başladığına işaret eder. Daha işin kökeninde, embriyon halinde kriz vardır. Kapitalizm, bir meta ekonomisidir. Metanın içkin tüm ilişki ve çelişkilerinin serpilip geliştiği bir sistemdir. Onda içerili tüm çelişkiler bütünsel olarak toplumun çelişkileri haline gelir.
“Çelişki, genel bir deyişle, kapitalist üretim tarzının, değer ve bu değerin içerdiği artı-değer hesaba katılmaksızın, kapitalist üretimin yer aldığı toplumsal koşullar dikkate alınmaksızın, üretici güçlerde mutlak bir gelişmeye doğru bir eğilim taşımasından ileri gelir; öte yandan ise, bu üretim tarzının amacı, mevcut sermayenin değerini korumak ve kendisini genişletmesini en üst sınıra ulaştırmaktır (yani, bu değerin gitgide artan bir hızla büyümesini sağlamaktır). Bu üretim tarzının kendine özgü niteliği, sermayenin mevcut değerini, bu değeri en yüksek noktaya ulaştırmada bir araç olarak kullanmasıdır. Bu amaca ulaşmak için kullandığı yöntemler, kâr oranında düşmeyi, mevcut sermayenin değer kaybını ve emeğin üretkenlik gücünü, zaten yaratılmış bulunan üretici güçler aleyhine geliştirmektir.” (Kapital cilt 3, s 221)
Kapitalist sistem, üretimin bütün ögelerinin ancak sermaye haline gelerek sürece dahil olabildikleri bir sistemdir. Bütün üretim ögeleri, sermaye elbisesini giymek, sermaye haline gelmek zorundadır üretim sürecine girebilmek için. Sermaye ise bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki kendini sürekli ve sürekli genişletmek zorunda olan bir yapıdadır.
“Öte yandan, toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin (tıpkı sermayenin kendini genişletmesinin onun tek amacı olması gibi) dürtüsü olduğu için, ondaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece, kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehditmiş gibi görünür. Bu düşme, aşırı-üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.” (Kapital cilt 3, s. 215)
Bu yüzdendir ki her krizi aşma hamlesi, daha büyük bir krizin ortamını yaratma pahasına olur. Bu sınırsız genişleme eğilimi, her defasında pazarın ve “reel”in katı duvarlarına çarpma zorundadır. Karın (artı-değer) her gerçekleşme ve birikim süreci, para-biçim altında biriken toplam toplumsal sermayenin önemli bir bölümü atıl para-sermaye haline getirir. Bu para-sermaye, genişleme sürecine dahil olma kanalları arar. Bu devasa miktarın sürece doğrudan girmesi, ortalama karlarda çok büyük düşüşlere yol açmak zorundadır. Haliyle bu genişleme sürecine doğrudan girmek yerine, üretilmiş toplam artı-değerin paylaşılması sürecine girme yollarına yönelir. Borsalarda balonları oluşturan sürecin temeli budur. Ve bu öylesine bir süreçtir ki, bir kez harekete geçildi mi, kendi adımı kendi hareket dürtüsüne dönüşür. Gerçek değerlerden hızla kopan, kendi kendini ateşleyen, büyüten, kendi yalanına herkesten önce ve herkesten çok kendi inanan bir mekanizmadır sözkonusu olan. Sonuç? Verilere göre dünyanın yıllık toplam mal ve hizmet üretimi 80 trilyon dolarken, türev borsalardaki “değerler” neredeyse 20 kat bir büyüklüğe ulaşmış durumda, 1.5 katrilyon dolardır. Bu “sınırsız genişleme eğilimi”, gerçek değerlerden bu kopuş, mutlak surette gerçekliğin duvarlarına çarpmak zorundadır. Çöküş kaçınılmazdır. Marx’ın söylemiyle: “Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.” (221) Bunun için bir “bahane” gerekir. Ve her zaman bir bahane ortaya çıkar.
Son dönemde bir değil, pek çok bahane çıktı ortaya. Korona salgını ise tüm bu bahaneleri kendi şemsiyesi altında birleştirdi ve kapitalist uygarlığın cenaze törenini hazırladı. Hangi gerekçeyle ve nasıl başlamış olursa olsun, salgın, kapitalist sistemin, kapitalist uygarlığın, kapitalist devletin böylesi bir felaketle başa çıkma gücünün olmadığını, sorunu çözmek bir yana onu daha da derinleştirdiğini tüm insanlığa ispat etti. Dünyanın en zengin ülkesinin haline bakın! Ya da “çağdaş, modern, zengin” Avrupa’ya! Sistem tel tel dökülüyor. İnsanlık ölüm kalım sorunu kavşağında bu zengin kapitalist uygarlıkların nasıl çözümsüz, nasıl insanlık ve doğaya düşman olduğunu apaçık gördü. Salgın için daha parasız test kitleri sağlayamayan kapitalist hükümetlerin bir çırpıda bankalar için 1,5 trilyon dolar aktardıklarına tanık oldu. Salgının yayılmasını engellemek adına hiç bir adım atamadıklarını, halka genel çağrılardan öte bir girişim sergileyemediklerini kavradı. Öte yandan kalıntı düzeyinde de olsa sosyalist örgütlenme yeteneğine sahip Çin’in krizle başarılı mücadelesini gördü.
“Sosyalizm ya da barbarlık” ikilemi, hiç olmadığı kadar ayan hale geldi bu kriz döneminde. Bu aşamada en geniş kesimlerin bu barbarlık karşısında yeni bir uygarlığa, sosyalizme yöneleceğine tanık olacağız! Kapitalist uygarlık tamamen çöküyor. Şimdi devrim zamanı!
Sinan KALELİ
14.03.2020