Salgın, yangın, sel, savaş, açlık ve yoksulluk... Büyük yıkımlarla yüz yüze gelen toplumlar, tür olarak yok oluşun eşiğine gelen insanlık... Tek sözle, kapitalist uygarlığın sonu!
İklim değişikliği, kapitalist kentleşme, doğanın korkunç bir duyarsızlık ve hız ile talan edilmesi, yok edilmesi... işte geldiğimiz yer budur. Bir yandan seller yıkıp geçiyor, bir yandan yangınlar yakıp kavuruyor.
Türkiye’den Yunanistan’a, İtalya’dan Kanada ve ABD’ye, Sibirya’dan Fransa’ya, Finlandiya ve İsveç’e, dünyanın ciğerleri alev alev yanıyor. Almanya, Belçika, Türkiye, Hindistan... sellerle boğuşuyor.
Koca koca “gelişmiş” ülkelerin salgın karşısında, yangın karşısında, seller karşısında nasıl aciz kaldıklarını gördük, görüyoruz. Tek yaşam ateşi kar olan kapitalist sistem artık insan türünün varlığı için yakıcı bir tehdittir. Büyük bir yıkım gücüdür.
Tek tek “felaketlerin” sebeplerinin bir önemi yok artık. İster aşırı sıcaklardan kuruyup kavrulan ormanlık alanlar “doğal etkenlerle” tutuşmuş olsun, ister “rant avı” peşindeki güruhun sabotajı, ister dikkatsiz ve tedbirsiz birilerinin ihmali... Sonuç değişmiyor. Korkunç alev kapanları tüm habitatıyla birlikte ormanları yutuyor; devletin/devletlerin en basit önlemleri bile almaktan aciz olduğu ortaya çıkıyor.
Çokça yazılıp çizildi. Cumhurbaşkanlığı gezip tozmak için 13 uçaklık filoya sahipken, devletin yangınlarla mücadele edebilecek tek bir uçağı bile bulunmuyor. Adında “orman” kavramı bulunan bakanlık, “Yerleşim yerlerini korumak için ormanların yanmasına izin vermek zorunda kaldık” diyerek insanların aklıyla alay ediyor. Ormanlarımız yanıp kavrulurken, insanlar evlerini ve hayvanlarını alevlere kaptırırken, cumhurbaşkanı “Beyaz etse beyaz et, koyunsa koyun, büyükbaşsa o… hepsinin ederi neyse ödeyeceğiz” diyor.
Dinci faşist iktidar yangınla, sellerle mücadele etmek yerine, yangın karşısında, sel karşısında dayanışma örgütleyen insanlarla mücadele ediyor. Gönüllülerin kurdukları yardım noktaları, zabıta ve jandarma baskınları ile dağıtılıyor. Bizzat cumhurbaşkanı tarafından yangın felaketi ile mücadeleye katılmak isteyen gönüllülerin bölgeye girişi yasaklanıyor. Bir yandan yangından ve sellerden etkilenen halkla alay edercesine “çay keyfi” için çay fırlatıyor; diğer yandan paramiliter kuvvetlerini “sahaya” salıyor.
Mussolini’nin “kara gömleklileri”, Hitler’in “kahverengi gömleklileri” vardı. Dinci faşist iktidar da “yeşil gömleklileri” saldı sahaya. Yangın bölgelerinde “Kürt ve göçmen avına” çıktı sivil faşist güçler. Yollarda kimlik kontrolleri, linç girişimleri aldı başını gitti. Hatta televizyonda canlı yayınlar basıldı.
Bu baskılar boşuna değil. İnsanların ciğeri yanıyor. Yalnızca birikimleri, geçim kaynakları değil, tüm doğa, tüm yaşamları yanıyor, yok oluyor. Korkunç bir çürüme, yozlaşma içindeki düzen, tel tel dökülüyor. Bu çürümüşlüğü gören emekçilerin öfkeleri kabarıyor. Bu öfke son derece haklıdır.
Haklıdır, çünkü artık kapitalizmin yol açtığı felaketler karşısında sadece birey olarak kendi yaşamları değil, tür olarak insanlığın varlık yokluğu söz konusudur. Bir bütün olarak doğanın ve insanlığın geleceği söz konusudur.
Burjuva toplumsal düzen dağılıyor. Kapitalist uygarlık çöküyor. Özellikle pandemi ile birlikte bu gerçeklik, çok daha net ortaya çıktı. Ya bu kapitalist uygarlıkla birlikte tüm doğa ve insanlık yok olacak, ya kapitalizmi yıkıp özgür yarınlara yürüyeceğiz. Her geçen gün daha sık karşılaştığımız doğal felaketlerin önümüze koyduğu sorun, budur!